Emre'nin Bloğu

blog_logo

Deniz Gezmiş

Deniz Gezmiş

Deniz Gezmiş 27 Şubat 1947’de Ayaş, Ankara’da dünyaya geldi. Anne ve babası öğretmen olduğu için ilköğretimini değişik okullarda yaptı. Fakat çocukluğunun büyük bir bölümünü babasının memleketi olan Erzurum’da geçirdi. Son olarak da liseyi İstanbul’da okuldu. Yaşadığı yerdeki aç oyun arkadaşlarına ve kimsesiz insanlara fırınlardan aldığı ekmeği götürerek paylaştığını gören annesi ve babası o yaşlarda çok az insanın böyle davranabileceğini düşündükleri için onunla gurur duydular. Yardım edebileceği herkese yardım ediyor, cebindeki paranın yarısını parasızlarla paylaşıyordu.

Gençlik yılları

Daha sonraki yıllarda liseyi okumak için İstanbul’a gitti. Henüz lise sıralarında solcu düşünceyle tanıştı. Yaşı ilerledikçe Marksizm-Leninizm düşüncesini benimsedi ve her hareketinde uygulamaya başladı. Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduktan sonra 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. Üniversiteye girdikten sonra düşüncesine uyan bütün öğrenci hareketlerine katıldı. Yapılan yürüyüşlerin çoğunda ön saflarda yer aldı, sesini duyurmak için bağırabildiği kadar bağırdı. Yetkilileri takmaması, düşüncesine uyan her şeyi açık açık söylemesi, inandığı amaç uğruna gerekirse polisle gerekirse askerle karşı karşıya gelmesi ister istemez etrafındaki aynı düşünceye sahip insanlar arasında saygı görmesini sağladı. Deniz Gezmiş artık üniversite olayları olduğu zaman ilk duyulan isim, yetkililer tarafından da ilk aranan isim olmuştu.

Amerika Birleşik Devletleri 6. Filosu, İstanbul açıklarına girdi. Bu olaya yapılan protestoların ve hareketlerin başını çeken Deniz Gezmiş 30 Temmuz’da tutuklandı ve 20 Ekim’e kadar tutuklu kaldı, ardından serbest bırakıldı.

İşçi Partisi’ndeki çalışmalarını iyiden iyiye yoğunlaştıran Deniz Gezmiş, ulusal demokratik devrim düşüncesini hayatının amacı haline getirdi. Düşündüklerini, fikirlerini her fırsatta diğer öğrencilere anlattı ve yaydı. 28 Kasım 1968’de Amerika Birleşik Devletleri Elçisi Robert Kommer aleyhinde yaptığı protesto ardından tekrar tutuklandı ve serbest bırakıldı. 16 Mart 1969’da sağcı ve solcu öğrenciler arasında çıkan bir tartışmada yer aldığı için tekrar tutuklandı ve 3 Nisan’a kadar tutuklu kaldı. 31 Mart 1969’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin tasarladığı reform hareketini haber alan yetkililer üniversiteyi kapattı. O günlerde Deniz Gezmiş polis kontrolü altında hastanedeydi fakat hastaneden kaçarak Lübnan’a, bir Fatah kampına gerilla eğitimi görmeye gitti.

Ankara İş Bankası Emek şubesi soygunu

Deniz Gezmiş anlatıyor:

“İstanbul’dakilerle ilgimiz yoktur. THKP (Türkiye Halk Kuruluş Partisi) ve THKC (Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi) bizden sonradır. Biz, Dev-Geç’ten koptuktan sonra “kır gerillası” olmaya karar vermiştik. Eskidir bu hikaye. THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) bu amaçla kuruldu.

Amacımız kır gerillası olarak eylem yapmaktı. Gerekli her şey hazırdı. Gereçler, kılıklar falan. Çocuklar dağdaydılar. Biz şehirde beş kişi kalıp “şehir gerillası” olarak çalışacağız, silah falan almak için gerekli parayı sağlayacağız. Sonra da gidip dağdaki arkadaşlara katılacağız. Amacımız buydu.

Bu beş kişiden üçü dağda öldü: Sinan, Alp, bir de Kadir Manga. İzmir’de ölen İbrahim Öztaş’ı da sayarsak, demek THKO dört ölü verdi.

Bugünkü kuşak bizden oldukça değişik; bambaşka özellikler taşıyor. Bakıyorsun, çocuğun doğum tarihi ya 1950 ya 1951. Almış eline silahı, eyleme girivermiş. Suç bu çocukların mı? Değil. Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bu yeni arkadaşlara söylüyorum. Bak, bizim kuşak başka türlüydü. Biz edebiyattan falan geldik buraya. Beni al işte. 1966’da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi’ne. Partiye 1964’te girmiştim, Türkiye İşçi Partisi’ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı’ya dadandık. Bir tür bohemlik işte. Bu yeni kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mahpusanede tanıştı.

Bu kuşak, bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı, yapamadı, yapmaya fırsat bulamadı ki. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular. Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı.

Örneğin, Beethoven’ı doya doya dinleyemedi. Eisenstein’ın, Pudovkin’in filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler. Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar. Büyük eksiklik bunlar. Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.

Marksizm-Leninizm nasıl insanlığın bir ürünüyse, bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir. Bizden sonra gelen bu kuşak, insan olarak bütün bunlardan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil. Önemli değil belki ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst aşık bile olamadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içemediler.

İnsanlığın büyük kültür mirasını, en iyi bir devrimci anlayabilir, en iyi o değerlendirebilir. Bilime inananların ötekilere üstünlüğüdür bu.

Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven’ın Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca’nın, bir Neruda’nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya içsavaşını yaşayan biri, Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir.

Eylem sırasında neler duyduğumu anlatmakla başlayalım istersen. Banka soygunuyla başlayalım. Ankara’da İş Bankası Emek Şubesi soygunu.

Beş kişi yaptık bu işi. Yusuf arabayı bulup getirdi, dışarıda kaldı, arabada bizi bekledi. Alp dışarıda kaldı, gözcüydü o. Biz üç kişi girdik içeri. Ben, Sinan, Hüseyin. Bir kere, heyecanlanmamak olanaksız. Ama bunun korkuyla hiçbir ilgisi yok. Hani çok hızlı giden bir arabada duyulan heyecan gibi. Bir gerilim. Yani, bilinmedik bir olayda duyulan heyecan gibi. Bankaya dalınca, orada çalışan insanların durumu çok garip. Özellikle de yüzleri. Yüzleri hiç kıpırdamıyor. Gülerken güler kalıyor adamın yüzü, sonuna kadar. Bankaya ilk girdiğin anda duyduğu, geçirdiği şok sırasında yüzünün aldığı biçim öylece donup kalıyor. Hani filmlerde vardır, akıp giden hareket birden bir karede dondurulur ya, tıpkı öyle.

Orada duyulan duygu, öğrenci eylemlerine katılırkenki duygu gibi değil, kitle duygusuna hiç benzemiyor. Çok değişik. Benim güleceğim gelmişti adamların o garip hallerini görünce. Ankara’dayız. Silahlıyız. Tam takım silahlıyız. Benim üstümde kalın bir parka, kazaklar, atkılar falan.

Yok, yakalandığım zaman sırtımda olan parka değil bu. Çok kalın bir parka. Onunla kutuplara git, yat buzların üzerine, üşümezsin. Öylesine sıkı giyinmişim. Aylardan Ocak sonu falan. Banka soygunundan bir hafta sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin spor salonundan tünele indik.

Okul dört bir yandan sarılmış. İrfan Uçar’ın polisten sıyrılıp kaçtığı gün oluyor bu. Hepimiz kalın giyinmişiz. Dedim ya, benimki tam bir kar kılığı. Tünelde ısı kaç, biliyor musun? Seksen derece falan. Kalörifer tüneli. Yerlerde iki üç parmak su birikmiş. Karanlık. Böyle acayip dehlizler. Tünelin genişliği 1.5  metre falan. Bu hücre kadar işte. Yükseklik de 2-2.5 metre kadar var. Daracık iç içe geçmiş sokaklar vardır ya, öyle işte. Böyle birbirine açılan bir dehlizler ağı, labirentler. Elimizde fenerler. Kalorifer aletlerinden çat pat bir yığın acayip ses çıkıyor. Biz daha önceden biliyoruz oraları. Bizden sonra jandarmalar girmiş, ancak 15 metre falan ilerlemişler, daha öteye gidememişler, dönmüşler. Öylesine dehşet verici bir yer. Görsen, boruların arasında otomobil direksiyonu gibi kocaman vanalar var. Kalörifer düzeninde bir aksama olsa, her an biri o vanaları kullanmak için tünele inebilir. Hele asıl tehlike başka. Tünelde olduğumuzu sezerlerse, içeriye, üzerimize buhar falan verebilirler, buharlaşır gideriz orada. Bu tehlike var. Biliyorsun bunu. 5 kilometre kadar yürüyoruz. Ter fışkırıyor her yanımızdan. Böyle su gibi ter akıyor yüzümden, boynumdan aşağı. Gözlerime akıyor ter, tuzlu, yakıyor. Yamyaşız. Üstümüzden vızır vızır arabalar geçiyor. Duyuyoruz. Tünel, toprak düzeyinin hemen altında. Bir genişliğe varıyoruz sonunda. Orada çıkış kapısı var. Parkayı çıkarıp atıyorum sırtımdan. Her şeyimden soyunuyorum. Bir don, bir fanila kalıyor üzerimde. O genişlik yerde ısı biraz daha düşük. Düşük dediysem elli derece falan yine. Saat 14:00-15:00 arası falan. Tam dört saat bekledik orada. Ortalığın kararmasını bekliyoruz. Saatler geçiyor, bir türlü kararmıyor ortalık. Sonradan anladım ki, çıkış kapısının üstünde bir lamba varmış, onun aydınlığı yanıltıyormuş bizi. “Kanal” filmini gördün mü sen? Tıpkı öyle bir yer. O filmdeki kanalda sanıyor insan kendini. Bilmeyen biri bir kaptırsa, çıkmak için bir hafta falan dolanır durur içinde tünelin. Giyindim tabii yine. Ortalığın iyice karardığını anlayınca fırladım araziye, 20-30 metre ötede yattım yere. İşaret verdim arkadaşlara, onlar da çıktılar. Yürüdük. Bir çamlık var orada. Çam ağaçlarının arasında ilerliyoruz. Çamların arasından yolu gözlüyoruz. Ağaçların arasına gizlene gizlene yolun kıyısına yaklaştık. Yolu geçeceğiz. Ötede dış nizamiye görülüyor. Dış nizamiye kapısı 500 metre kadar ötede. Orada bir yığın asker. Giriş-çıkışları denetliyorlar. Yolu geçtik. Geçerken ayağım takıldı, düştüm. O kılıkta şehre ineceğiz. Düşünebiliyor musun? Kar var. Yollar çamur. Yürüyerek Ankara’ya geliyoruz o kılıkla. Ve geldik. O kılıkla geldik ODTÜ’den Ankara ya.

Bu da böyle garip bir hikayedir. Kanalın kapısını tutmuş olabilirlerdi. Ama müthiş bunalmıştık içerde ve kıl payı kurtulduk. Bizden az sonra tutmuşlar o kapıyı da.”

Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın yakalanmadan önceki son saatleri

Deniz Gezmiş anlatıyor. 

“Gece yarısı. Mart’ın ortaları. 2 motosiklet. Birinde Sinan ile biri (bu birinin kim olduğu hiçbir zaman açıklanmadı) var, öbüründe Yusuf ile ben de varım. Ayrı yollardan gideceğiz ve ayrı yerlere. Sinan’ın altıncı duygusu çok güçlü. Her zaman tanık olmuşumdur buna. Yollarımız ayrılırken vedalaştık. Bir daha görüşemeyeceğimizi bilir gibi sıkı sıkı sarıldı öptü bizleri. Dağda da öyle yapmış, öyle ayrılmış arkadaşlarından. Nitekim bu sezgisi doğru çıktı, gerçekten Sinan’ı son görüşüm oldu bu. Nurhak’ta vuruşarak öldü.

Ankara’dan çıkarken, hayır, Türkiye dışına falan gitmeyi, sınır dışına çıkmayı aklımıza bile getirmedik. Kararlıydık. Ankara dışına çıkıp bir kır karargahı kuracaktık. Elazığ yöresinde bir köprüde Sinan ile buluşacaktık. Sinan bizi bir köye yerleştirecekti.

Yerler buz. Yolun iki yanında kar yığılı. Yozgat yolundayız. Bir saatten fazla gidemiyoruz. Korkunç bir soğuk, insanın iliğini donduruyor. Bir saat kadar gidince duruyoruz. İniyoruz motosikletten. Koşuyor, tepiniyor, atlıyor, ısınmaya çalışıyoruz. Biraz kendimize gelince yine yola koyuluyoruz. Acayip bir soğuk, anlatılır gibi değil. Her yanın uyuşuyor, keçeleşiyor. Donmaya yakın bir durumdayız. Açız da. 24 saattir bir lokma bir şey geçmemiş boğazımızdan. Yerler de nasıl kaygan. İkide bir yuvarlanıyoruz, düşüyoruz. 8-10 kere düştük böyle. Soğuktan da yüzlerimiz çatladı. Kürklü gocuklar var ikimizde de.

Yozgat’ı geçtikten sonra önümüzde giden bir kar makinesinin ardına takıldık. Açtığı yoldan, hemen arkasından gidiyorduk. Gelip geçenler oluyor, meraklı gözlerle bakıyorlardı bize. O soğukta motosikletin üzerinde iki adam. Sivas’ın Yıldızeli diye bir ilçesi var. Çocukluğum Sivas’ta geçti. Oraları iyi bilirim. Yol eskiden Yıldızeli’nin içinden geçerdi, değişmiş. 10 yıldır gitmemiştim oralara. Yıldızeli’nin çıkışında bir boğaz var, iki ovayı birleştiren bir boğaz. Uff, dünyanın hiçbir yerinde yoktur o soğuk. Gündüz geçtik Yıldızeli’den. Sivas’ın girişinde ağırlık denetimi var trafik denetimi.

Girmedik Sivas’a. Sağa saptık, Şarkışla’yavurduk. Gördüler bizi ama kuşkulanmadılar. Şarkışla’ya 15 kilometre kala benzin bitti. Oysa yolda sık sık durup benzin alıyorduk. Yola çıkışımızın üçüncü günüydü. Tam üç gündür açtık, uykusuzduk. O 15 kilometrelik yol boyunca taşıdık motosikleti.

Bittik. Üstelik yol da yokuş. Motosiklet dersen en az üç yüz kiloluk bir hikaye. Zaman zaman bayılacak gibi oluyoruz. Karanlık da basmış. Felaket. Şarkışla’ya ölülerimiz giriyor sanki. Soğuktan uykusuzluktan, açlıktan haşat olmuşuz. Tek düşüncemiz, amacımıza ulaşabilmek. Kır karargahımızı kurabilmek. Yoksa dayanamazdık. Bize güç veren inancımızdı, amacımızdı. Şarkışla’da benzin aldık. İşte o sırada kar başladı. Çok kötü oldu bu. O karda, o tipide motosikletle yola çıkmamız olacak şey değil. Yolda kara saplanıp kalacağımız besbelli. Bir jip bulduk. Sürücüsüyle pazarlık edip anlaştık.

Saat sabahın altısı falan. Motosikleti de jipe yükleyeceğiz. O arada iki jandarma çavuşu, birkaç polis, bir iki bekçi bitiverdiler başımızda. Kuşkulanmışlar bizden. Karakola çağırdılar.

Peki dedik. Benim elimde çantam var. Çantamda bir otomatik tüfek, mermiler, el bombaları. Koltuk altımda da 14’lük Browning. Cebimde bir Nagant tabanca daha. Elim hep cebimde, Nagant’ımda. Tam ana caddenin karşı kaldırımına geçtik, Yusuf da ben de ikimiz birden çektik silahlarımızı. Arkalarını döndürdük.

Hadi koşun bakalım dedik. Havaya birkaç el ateş ettik. Bir tel örgü var, 1 metre yükseklikte. Ben, elimde çanta, atlayıp geçtim tel örgünün üzerinden. Yusuf da atladı. Kurşunlar yağmaya başlamıştı ardımızdan. Yusuf, işte orada, tel örgünün üzerinden atlarken yaralanmış kasığından. Yığılıp kalmış oraya. Köşe başına geçtim. Ateş edilen yere ben de ateş ediyorum. Orada Yusuf’un gelmesini bekliyorum. Bilmiyorum onun vurulduğunu. Yusuf yok…

Yusuf’tan bir ses çıkmayınca kuşkulandım. Bir bahçeye geçtim. Çantamı açtım. El bombasını koydum cebime. Dört paket de mermi aldım. Paketler ellişerlik. İki paketi bir cebime, ikisini de öbür cebime yerleştirdim. Otomatiği de aldım. Nagant tabancamı bıraktım orada. Mermisi tükenmişti çünkü. Kütüklüğümü astım, yürüdüm. Bir evin önünde bir araba gördüm. Saat sabahın yedisi falan olmuştu. Gidip evin kapısını çaldım. Bir kadın açtı kapıyı. Beni öyle silahlı görünce şaşırdı.

“Kocanı çağır.” dedim. Geldi kocası. “Araba senin mi?”

“Benim.”

“Çabuk kontak anahtarını al gel” dedim.

Pijamalıydı. Arabanın anahtarını almaya gitti. Kapının dışındaydım. İçeri girmiyordum. O yörelerde önemlidir bu. Namus sorunu. Adam gidince kadın ansızın kapıyı yüzüme kapatıp arkasından kilitledi, sürgüyü de sürdü içeriden. Kapının tam kilit yerine bir el ateş ettim. Allah kahretsin, nereden bileceksin, kadıncağızın eli de tam kilidin üzerindeymiş, elinden geçmiş mermi.

“Aç!” diye bağırdım, tekmeledim kapıyı. İçeriden sürgüyü çekti, kilidi çevirdi. Bir tekmede açıldı kapı. Çok şaşkındı kadın. Kanlı eline bakıyordu. Çok boktan bir durum. Kahroluyorsun. Kocası da gelmişti. Pijaması üstündeydi. O da çok şaşkındı.

“Yürü!” dedim. Arabasına bindik. O sıra mahalle halkı da toplanmış gürültümüze. Biri de elinde silah üstümüze geliyor.

“At o silahı elinden!” dedim gelene. Attı silahını yere.

“Dağılın!”dedim kalabalığa.

Kalabalığın ayaklarının dibine, yere birkaç el ateş edince çil yavrusu gibi dağıldılar. Niyetim gidip Yusuf’u bulmak. 30-40 kadar jandarma, başlarında da bir yüzbaşı, alanın ağzını tutmuşlar. Başlarının bir karış üstünden taradım havayı, dağıldılar. Arabayla bir tur attım alanda. Yusuf görünürlerde yok. Oysa oracıkta, kaldırımın üzerinde, yaralı, baygın atıyormuş Yusuf. Duymuş benim tarakayı ama ses çıkaramıyormuş. Ben ateş edince Yusuf’un yanına uzun süre kimse yaklaşamamış. Yusuf, orada 2-3 saat kadar baygın kalmış. Neden sonra yanına yaklaşıyorlar, bakıyorlar ki yaralı, alıp sağlık ocağına götürüyorlar. Sürekli soruyorlar, kim olduğunu öğrenmek istiyorlar. Beni ele vermemek, adımı açıklamamak için kendi adını söylemiyor Yusuf.

Vurduk Kayseri yoluna. Adam soruyor yolda. Kimim? Neyim? Adımı söyleyince çok şaşırdı. Hiç beklemiyordu. Karısının eline bilerek ateş etmediğimi söyledim. Baktım da kızgın değildi bana ama şaşkındı. Astsubaymış. Cebimde 525 liram vardı. 25 lirasını kendime ayırdım, 500 lirayı astsubaya verdim. Sigaram kalmamıştı. Sigarasını aldım. Kar yine başlamıştı. Şarkışla-Yeniçubuk arası 40 kilometre. Yeniçubuk’un girişinde bir dirsek var. İşte orada pusuya düşüyoruz. Sağa sola ateş ederek “Hızlı sür!” diyorum astsubaya. 

Önümüzde bir barikat var. Basıyor gaza astsubay, yarıyoruz barikatı. Dirseği dönüp bir benzin istasyonunun önünden geçiyoruz. İleride bir demiryoluyla kesişiyor yol. Bir arabayla kesip kapatmışlar yolu. Hem o arabadan hem de sağımızdan solumuzdan sürekli ateş ediliyor üzerimize. Önümüzdeki arabaya ateş etmeye başlıyorum. Araba çekiliyor yolumuzdan. Yol açılıyor. Sürüp geçiyoruz, aşıyoruz demiryolunu. Ardımızdan atılan bir kurşun, astsubayın başının üzerinden geçip camın hemen üstündeki güneşliğe saplanınca bir an paniğe kapılıyor astsubay, araba sağa sola yalpalamaya, silkelenmeye başlıyor.

“Korkma, bir şey yok.” diyorum. Sonunda yatışır gibi oldu. Düzelttik arabayı. Şarjörü yeniledim. Bir jip takıldı ardımıza. Dönüp camını taradım. Sıktığım mermilerden biri sürücünün boynunu sıyırmış. Yanındaki komiser de omzundan hafif bir yara almış. Jip duruyor, vazgeçiyor bizi izlemekten, kurtuluyoruz. Bizim araba da delik deşik, kalbura dönmüş kurşunlardan. Durup arabayı bırakıyoruz orada. Astsubayı da alıyorum yanıma. Bir kavaklıktayız. Kar inmiş kavakların dibine. Bir de dere var önümüzde. Suya giriyorum. Su belime geliyor. Buz gibi su. Karşıya geçiyoruz. Sudan çıkınca anlıyorum:, arka cebimdeki kırk elli merminin hepsi ıslanmış. Astsubayda bir korku, bir telaş. Derenin suyu da iyice üşütmüş olmalı. Titriyor. Bir kilometre kadar yürüdükten sonra karların üzerine sırtüstü uzanıyoruz. Yattığım yerden, 1 kilometre ötedeki yoldan geçip giden arabaların farlarını görüyorum. Ortalık ağardı ağaracak.

“Bir benzin istasyonu var mı yakınlarda?”

“Var. 3-4 kilometre ötede.”

Oraya gidip bir araba yakalamayı düşünüyorum. Kalkıp yine yürümeye başlıyoruz. Adam yürüyemiyor. Kolundan tutuyorum, yardım ediyorum. Benzin istasyonunun arkasına sokuluyoruz. Bir jandarma jipi var istasyonun önünde. Sokulup esir aldım jandarmaları. Çok hazırlıksızdılar. O sırada yardım geldi. İşte orada salıverdim adamı, gitti astsubay, pijamasıyla. Çekildim benzin istasyonunun arkasına. Arka yanı bir yamaçtı. İstasyon yamacın eteğindeydi. Astsubay korkmuştu tabii. Korkmaz mı? Hele ateş altına girip çıktıktan sonra. Bir yandan da tam bir otomat durumuna girmişti adamcağız. Yani adamın beyni, senin beynine bağlanmış sanki, ne düşünürsen, ne dersen onu yapıyor, hem de o anda yapıyor. Şakası yok, senin elinde silahın var, hem de otomatik silah. O silahsız. Yanında durmadan ateş etmişsin sağa sola. Yani seni, elindeki otomatik silahı ateşlerken görmüş, izlemiş adam. Kolay mı? Çatışma sırasında değil ama çatışma dışı kalınca hep o kadıncağızı düşünüyordum arabadayken. Astsubayın elini yaraladığım karısını. Bir de çatışma sırasında acaba vurulan, ölen oldu mu diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Üzülüyor insan.

Orada, yamaçta düştüğüm pusuyu anlatayım. Yerler ıslak, çamur. Zifiri karanlık. Bir yamaçtasın orada. Yalnızsın. Jandarmaların yaktıkları mermilerin alevlerini görüyorsun. Ateş etsen yerin belli olacak, ateş edemiyorsun. O ara bombayı atmak geldi aklıma. Kafan çalışıyor. Mantığın tıkır tıkır işliyor. Soğukkanlısın. Pimini çekip bombayı elinde tutuyorsun bir iki saniye.

Bombanın 4 saniye sonra patlaması gerek. Vakit geçirmemelisin. Bomba elinde patlayabilir, bunun korkusu var içinde. Fırlatıyorsun bombayı. Sinip bekliyorsun. O bekleyiş müthiş işte. Müthiş uzun geliyor o süre, bir türlü geçmiyor zaman, saniyeler bir türlü dolmuyor. Bomba, savunma bombası, bayağı etkili patlar. Havada birtakım kollar, bacaklar göreceğini sanıyorsun. Daha önce de kullandım bu bombadan, eğitim atışları yaptım, Filistin’de. Ama şimdiki bu, o eğitim atışlarından çok değişik. Patlayıncaya kadar ilk akla gelen ve hiç akıldan çıkmayan, bombanın patlamama olasılığı. Bomba bozuk çıkabilir. Ve bomba patlayınca isabet almamalısın, bu olasılığa karşı tam siper, yüzükoyun yerdesin. Çok gariptir, bir içgüdüyle ellerini ensende kenetliyorsun. Hiç tanımadığın, bilmediğin, görmediğin birtakım insanların bu bombayla ölebileceğini düşünüyorsun bir an, üzülüyorsun. Ve patlıyor bomba. Kan kokusu duyduğunu, bağrışmalar, çığlıklar duyduğunu sanıyorsun ilk anda. Sonra derin bir sessizlik oluyor. Sonra da kaçışan bir takım insanların ayak sesleri. Yani, patlamayla birlikte önce bir şok etkisi oluyor karşıdakilerde, bir şaşkınlık, sonra da panik ve kaçışma. Yağmur ve çamur. Sigaran bitmiş, yok, tek sigaran yok. Müthiş bir sigara özlemi. Dayanılmaz bir istek. Yanında da bir bardak sıcacık çay istiyorsun, iyi mi? Sonra birden, anlatılması güç bir susuzluk. Yerden kar falan alıp yiyorsun, çamur olmayan yerlerden, susuzluğunu biraz olsun gideriyor.

Tepeyi aştım, Gemerek’e girdim. Saat 23:00 falan. Hani terk edilmiş kentler olur, bomboş sokaklar, insansız. Öyleydi Gemerek. Herkes evlerine çekilmişti, herkes uykudaydı. Bir yapı, bahçe içinde. Sulusepken, karla karışık bir yağmur. Dönüp yapının üzerindeki tabelada yazılı yazıyı okuyorum: “Ortaokul”. Hemen yanıbaşında da “Lise”. Dolaştım çevresinde. Hoşuma gitti. Sabah olacak, çocuklar gelecekler önlükleriyle, çantalarıyla. Duyacaklar bütün bu olup bitenleri, öğrenecekler. Hepsi de uykularındadır şimdi diye düşündüm.

Sağa doğru çıktım. Yamaçta Jandarma Karakolu. Tek başına bir yapı. Yakınında hiçbir yapı yok. Işıkları yanıyor karakolun. Sokuluyorum. İçeride jandarmalar. Konuşuyorlar. Gülüşüyorlar. Ama heyecanlı oldukları belli. Orada 15-20 dakika durup onları izledim, onları dinledim.

Karakolun önünde bir jip duruyor. Jipi almalıyım. Dokundum tetiğe, karakola ateş açtım, duvarlarına. İçeride bir panik, bir kaçışma. Atladım jipe, çalıştırdım. Beş metre ötede kara saplandı araba. Atladım çıktım jipten. Bir tümseğin ötesine attım kendimi, yattım. Jandarmalar tepeye çıkmışlar. Jipin üzerine kurşun yağdırmaya başladılar. Beni jipin içinde sanıyorlar. Durup orada, yattığım yerden onları izliyorum. Mermilerin kara saplanışının ayrı bir güzelliği var. Kara saplanırken ayrı bir ses çıkarıyor mermiler. Jeep, atılan kurşunlarla delik deşik. Fırlayıp kaçmaya başlıyorum. Görüyorlar beni. Ardıma düşüyorlar. Gemerek’te evler hep bahçe içinde. Bahçeler, birer metre yüksekliğinde yığılı taş duvarlarla çevrili. Ben önde, jandarmalar arkada, koşuyoruz bir bahçeden bir bahçeye. Bir duvardan atlayıp yere yatıyorum, ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya başlarının bir karış üstüne. Onlar da yatıyorlar ben ateşe başlayınca. O zaman kalkıp koşuyorum, öbür duvarı aşıp yine yatıyorum yere, yine ateşe başlıyorum. Böylece biraz dinlenmiş de oluyorum. Böyle iki üç tur atıyoruz, dönüp duruyoruz Gemerek’in içinde. Şimdi herkes sokaklarda. Herkes durmuş beni seyrediyor. Yanlarından geçip atlıyorum duvarı. Halkta bana karşı hiçbir hareket yok. Bir kadın, evinin kapısindan, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:

“Herif, gel çorbanı iç, soğuyacak, yine gider seyredersin!”

Çocuklar, ben ateş ettikçe alkışlıyorlar. Kiminin elinde ayçiçekleri, hem beni izliyor hem ayçiçeği yiyorlar. 1.5 saat kadar sürüyor bu kovalamaca. Bir ara, üstüne hoparlör bağlanmış bir taksi çıkıyor ortaya. Hoparlörden acımasız bir ses şunları söylüyor Gemerekliler’e:

“Ben Belediye Başkanınız! Komünist Deniz Gezmiş, Gemerek’te. Silahı olan silahını alsın, av tüfeği lan av tüfeğini. Silahı olmayan da taşla sopayla saldıracak. Herkes hazırlansın! Yakalayacağız onu!”

Gidiyor. Halkta bu uyarıya karşı hiçbir kıpırtı olmuyor. Kaçıp izimi kaybediyorum. Artık jandarmalar da yok ardımda. Dolaşıyorum. Bir elimde otomatik, kayışından omzuma asmışım. Gerekirse rahatça kullanacağım. Bir elim boşta. Gerekli olabilir bu elim. Bir çocuğa yakıaşıyorum, on sekiz, on dokuz: 

“Bana Belediye Başkanının evini göster.” diyorum.

“Peki Deniz Ağabey.” diyor, “Göstereyim.”

Çok rahat. Çok sakin. Üstelik kendisine soru sormuş olmamdan da çok hoşnut. Hani, yardım etmiş olmanın sevinci içinde bir yabancıya yol falan gösterirler ya, bu çocuk da öylesine mutlu bir rahatlık çinde davranıyor. Düşüyor önüme, yürüyoruz. Bir evin önünde duruyoruz.

“Burası, ağabey.” diyor.

Gemerek Belediye Başkanı’nın evi. Az önce beni halka linç ettirmek için hoparlörle çağrıda bulunan acımasız başkanın evi. Tanışacağız. Bir omuz atıyorum kapıya, giriyorum içeri. Belediye Başkanı, evinde; sofada, masanın başında; bir şeyler atıştırmakta. Beni öyle birdenbire evinin içinde, karşısında görünce yerlere atıyor kendini, ayaklarıma kapanıyor utanmadan.

“Ben bir şey etmedim, ben bir şey etmedim.”diye yalvarıp duruyor.

Bir odadan karısı, iki küçük çocuğuyla çıkıyor. Kadın şaşkın. Bir yandan da o başlıyor:

“Bunlara acı, bu yavrulara acı.”

“Allah belanızı versin!” deyip atıyorum kendimi dışarı.

Karlı yollara düşüyorum yine. Gemerek’in dışına çıkıyorum. Tarlalardan yürüyorum. Ondan sonra o çukur hikayesi oldu işte. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım. Tarlada. Bir çukurun içinde. Tarla. Vıcık vıcık çamur. Karlı çamur. Aralıksız yağmur yağıyor. Sulusepken. Parkamın başlığını başıma çekiyorum. Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, bir yerlerde, silahımı daha rahat kullanayım diye atmışım. Eldiven de yok. Hava buz gibi. Bir çukurdayım. Şu içinde bulunduğumuz hücre kadar bir çukur. Ayağa kalkınca yüksekliği göğsüme geliyor. Çepeçevre sarılmışım.

Bütün arabaların farları çukurun üzerinde. Jiplerin üzerine A-4’leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, saplandığı yerden çamurları savuruyor havaya. Farların aydınlığında yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya savrulan çamurlar. Çukurun dibine arkaüstü çökmüşüm. Bir torbanın dibinde gibiyim. U harfi gibiyim. Ayağa kalksam, başım çukurun dışında kalacak. Mermilerden korunmak için ya çömelmek ya da böyle çukurun dibine arkaüstü çökmek zorundayım. Çukurun dibi kar. Yattığım yerden yukarıları seyrediyorum, çukurun apaydınlık üstünü. Sanki donanma fişekleri patlıyor tepemde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü. “Cıvvv” diye giriyor çamura mermiler, çamuru savurup dağıtıyor havaya. Farların aydınlattığı sulusepkenle birlikte üstüme başıma sanki renk renk koca bir dünya yağıyor. Çok güzel bir görüntüydü. Yarım saat, bir saat kadar sürdü bu. Mermim çok az. Bir süre sonra bitecek. Daha önce düştüğüm pusularda çok mermi yakmıştım. Yusuf’u ararken, düştüğüm iki pusudan sıyrılmaya çalışırken mermilerin çoğunu yakmıştım. Ara sıra doğrulup başımı yavaşça çıkarıyorum boşluktan, bir el ateş ediyorum. Nereye? Boşluğa. Öldürmek için ateş etmiyorum. Zaten göremiyorum ki. Her yanda güneş gibi yanan farlar. Güneşlerin ortasındayım. Gecenin içinde, yağmurun altında ve güneşlerin ortasındayım, tam ortasında. Ve rastgele yakıyorum mermiyi. Aklıma ilk gelen, Mayakovski’nin şu dizeleri oluyor:

“Susun artık konuşmacılar.
Siz savdınız sıranızı!
Söz sırası mavzer arkadaşta.
Şimdi o konuşacak.”

Bu dizeleri geçiriyorum aklımdan ve doğrulup bir mermi daha yakıyorum. Sonra sinip yine bekliyorum çukurun dibinde. Neler geçmiyor aklımdan. İşte orada ölümü de düşündüm. Ölüm pek ürkütücü gelmiyor insana. Yine de ölümü kabul edemiyorsun. Kesin bu. O ara bilimi falan düşünüyorsun. İki yüzyıl üç yüzyıl sonrasını düşünüyorsun. Bilimin insanlığa getireceği şeyleri. İçinde bulunduğun durum anlamsız geliyor sana, saçma geliyor. Ionesco’nun oyunları gibi bir şey. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını giderken, karşındaki bir yığın insanın ne kadar küçük şeylerle, küçük ve yanlış şeylerle uğraştığını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. Hem de ne adına? Kim adına? İnsanlığın geleceğini ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun. Müthiş hüzün veriyor bu sana. Bir yanda eşsiz güzellikte bir gelecek, bir yanda bütün o güzellikleri göremeyeceğin duygusu. Nasılsa öleceğim diye düşünmeye başlıyorsun. Oysa mermi vardı yanımda daha, azalmıştı ama vardı. Birazdan bir bomba savuracaklar üzerime, çukurun içine, parçalanıp gideceğim diyordum. Ölüp gideceksin. İlk anda ölmeyi istemiyordum, hiç istemiyordum, yani birdenbire. Belki yaralanmayı, rahat ve yavaş bir ölümü belki.

Sonra dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü yurtseveri, devrimciyi düşünüyorsun ve bir ara rahat bir ölümü düşünmüş olmaktan utanır gibi oluyorsun. Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli diyorsun. Doğrusu da bu. Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen bir takım anılar geçiyordu gözlerimin önünden. Bir film gibi ve çok hızlı geçiyordu. Örneğin, çocukluk günlerim geliyor gözlerimin önüne. Çocukluğum. Bahçeli bir evimiz vardı, çiçeklerle doluydu bahçemiz. O çiçeklerin arasında oynayışım. Sonra ansızın bir sevgili. Çok buruk bir duyguydu bu. Sevgilinin gülüşü, oturuşu, düşünüşü. Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Anlık ama kesin ve net görüntüler. Renkli bir film gibi. Sevgilinin o anda belki de evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu. Ve bütün bu hatırlananlara karşı, yaşayanlara karşı içinde küçük de olsa bir kıskançlık. Daha bir sürü görüntü. Üniversite günleri, Beyazıt Alanı, Beyazıt’ın ara sokakları, polisle çatışmalar, öbür arkadaşlar. Sonra, hani gazetelerde sosyete dedikoduları çıkar ya, onlar geliyor aklıma, o haberlerdeki kişiler. Ve ansızın, ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği yine. Bunlar yeniden kabarıveriyor, büyüyor içinde. Düşman bildiklerinle savaşmak, onlarla mücadele etmek isteği. Sonra ölen arkadaşlarım geldi aklıma. Daha çok da Taylan’ı hatırladım orada. Sonra Filistin’deki çocukları. Ansızın çok gülünç bir şey de geliyordu aklıma. Ve en önemlisi, kantinlerde, Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde filan halk savaşı üzerine tartışanları, sıcacık çaylarını içerek tartışanları, mangalda kül bırakmayanları geçirdim kafamdan o an garip bir öfkeyle.

Gülünç geliyor bütün bunlar sana, alabildiğıne hüzünleniyorsun. Müthiş canın sıkılıyor. Çok kısa süreler içinde bunları geçiriyorsun kafandan bir bir ve dört bir yanın sarılmış. Çukurdasın. Elli altmış metre kadar ötendeler. Tam bir çemberin ortasındasın. Arada silah sesleri kesiliyor ve “Teslim ol!” sesi duyuluyor.

Başımı yavaşça çukurdan çıkarıp sesin geldiği yöne bir kurşun sıkıyorum, yine siniyorum çukurun dibine. Çukurun çeperinde çalılar var, dibinde kar. Birkaç mermim kalmış. Son mermiyi kendin için saklamak istiyorsun. Gerekirse vuracaksın kendini, son mermiyi kendine sıkacaksın, ellerine düşmemek için. Bunu düşünürken, gariptir ama ölüm korkusu yok. En küçük bir çekinme yok. Namluyu çevireceksin kendine, basacaksın tetiğe, tamam. Çok rahat bu. Namluyu şakağına dayayacaksın ya da ağzına. Kurşunu yüreğine sıkmak. İçin elvermiyor buna. Yüreğine kıyamıyorsun. Yürek, garip bir değer kazanıyor orada.

Kendi kendime orada, namluyu ağzıma sokup öleceğimi, acı duymayacağımı, böylece kurtulacağımı falan da düşünüyordum. Ama bir de bunun, işin kolayına kaçmak olduğu geliyor aklına. Vazgeçiyorsun. İki mermim kalmıştı. Mermiler tükenince çukurdan çıkmayı düşündüm. Başım dik çıkacağım. Vururlarsa vuracaklar. Başım dik gideceğim ölüme. Ama ya vurmazlarsa? O zaman yakalayıp işkence falan yapacaklar sana. İşkence, yine de kolay geliyor. Bir gün boyunca sürerse dayanabilirsin. Onun acısı nasıl olsa geçer. Zaman nasıl olsa akıp geçecek, işkencenin acıları da nasıl olsa bir süre sonra silinecek, kalmayacak, diye düşünüyorsun. On beş gün önce işkence görseydim, şimdiye çoktan geçmiş olacaktı, unutmuş olacaktım. Bunları düşündüm orada. Kararlıydım. Dayanacaktım işkenceye. Konuşturamayacaklardı beni, çözülmeyecektim. Kesin kararlıydım bu konuda. Silahımı attım birden. O ara ateş de kesilmişti.

“Çıkıyorum!” diye bağırdım. Çıktım. Ateş eden olmadı. Parkamın başlığını sıyırıp geriye attım. Başım dik. Bir elim cebimde, boş tabancamda. Boş ama olsun. Umursamaz bir hava takındım. Oysa her an bir mermi bekliyorum, her an bir mermi gelip bir yerime saplanacak diye bekliyorum, ha geldi ha gelecek diye. Elim, cebimdeki tabancayı sımsıkı tutuyor. Halka teslim edilebilirim. Boş tabanca o zaman gerekli olabilir. Linç falan geçiyor aklımdan. Sımsıkı sarılmışım tabancama.

“Dur!” falan diyorlar. Bir yığın şey söylüyorlar. Artık duymuyorum söylenenleri, anlamıyorum. Biliyorum, görüyorum, seziyorum, bütün namlular üzerime çevrili. Her namlunun ucunda ben varım. Müthiş ürpertici bir şey ama müthiş de gurur verici bir şey. Kum gibi asker kaynıyor çevrede. Tarladan yola iniyorum. Gemerek’e giden yol. Gemerek yönünde yürüyorum. Hala her an bir kurşun bekliyor bedenim. Etimle kemiğimle bekliyorum.

“Kayseri Emniyet Amiriyim!” diyor bir ses. “Seni teslim alıyorum!”

Tepkim büyük oluyor. Hiç tasarlamadığım bir tepki bu. Düşünmediğim, beklenmedik bir tepki. Elimi cebimden çıkarır gibi yapıyorum. Uzaklaşıveriyor.

Yürüyorum. Bir albay çıkıyor yoluma. Yumuşak bir sesle “Teslim ol Deniz.” diyor. Tatlı bir ses. Belli ki radikal biri. Rahatlıyorum. Öyleyse yalnız değilim. Yanımda bizlere yakın biri var.

Belgat Amerikan Askeri Üssü saldırısı

Deniz Gezmiş anlatıyor:

“Balgat’taki Amerikan üssüne girdik. Oranın bir silah deposu olduğunu öğrenmiştik. Ama ne silah, ne bir şey, hiçbir şey bulamadık. Üssün içindeki alışveriş yerinin önünde, bir kamyonetin içinde, direksiyonun başında gazetesini okuyordu zenci çavuş Finley. Yusuf ile ben kamyonetin iki yanından, kapılardan daldık içeri, dayadık silahları göğsüne. Ödü koptu.

“Öldürmeyin!” diye ağladı.

Bak o koca zenci ağladı, resmen ağladı. Kaçırdığımız öbür dört Amerikalı’nın hiçbiri ağlamamıştı. Yusuf direksiyona geçti, Finley’in yanına. Sinan ile ben kamyonetin arkasındayız. Gazladık. Amerikan üssünden çıkıyoruz. Kapıdan çıkarken nöbetçiler çaktılar durumu, ateşe başladılar. Atılan mermiler Sinan ile benim başımızın hemen üstünden geçiyor. Otomatiği ateşledim ben de korkutmak için. Benim otomatiğin matrak bir özelliği var, boşalan kovanları bir bir fırlatıyor. Boş kovanlardan biri fırlayıp Sinan’ın başına çarpıyor. Vurulduğunu sanmış Sinan. Bir boş kovan da benim ayak bileğime çarpıyor. Ben de aynı duyguya kapılıyorum. Herhalde bacağıma bir kurşun saplandı, sıcağıyla pek duymuyorum diyorum içimden. Dışarıdan bizim çocuklar da ateşe başladılar. Alp ile Hüseyin. Hızla sıyrılıp çıkıyoruz ana kapıdan. İleride bir yerlerde, Fen Lisesinin karşısında duruyoruz. Finley’i indiriyoruz arabadan. Bir başka arabaya bindiriyoruz. Yusuflar da Finley’in arabasını alıp götürüyorlar. Bir yere atacaklar arabayı. Giderlerken karşılarına bir toplum polisi arabası çıkıyor, tam karşıdan geliyor böyle, üstlerine doğru, Yusufgil kamyoneti yolun kıyısına çekip polis arabasına yol veriyorlar. Yol dar. Polis arabası geçip gidiyor yanlarından. Onlar da götürüp bir yerlere atıyorlar kamyoneti. Bir ara Alparslan’a soruyorum:

“Şu bacağıma bir baksana” diyorum. “Yaralandım herhalde.”

Bakıyor Alp ayağıma. Hiçbir şeyim yok. Sinan’ın da.

Sonra Finley’i Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne götürdük. 1 numaralı yurtta, 201 numaralı odada bir gece konuk ettik. Bir takım bilgiler almaya çalıştık ondan. Ertesi gün de salıverdik. O gün, Yusuflar kamyoneti alıp gittikleri gün tepeye geldik. ODTÜ’ye gidiyoruz. Finley’i kolundan ben tuttum çıkardım tepeye.

“Bağlayın gözlerini.” dedim. Bağladılar. “Arkasını çevirin.” dedim. Çevirdiler.

Sinan, hemen atıldı, engel oldu bana, niyetimi anlamıştı.

“Konuşalım.” dedi. “Arkadaşlara da danışalım da öyle.” dedi.

Gözleri bağlı zencinin kollarına girdiler. Onlar önden gidiyor, ben de arkalarından. Ve içimden hala zenciyi vurup vurmamayı tartışıyorum kendimle. Orada onu öldürmenin, daha doğrusu öldürme eyleminin yanlış bir şey olacağı yargısına varıyorum sonunda. Haklı buluyorum Sinan’ı.”

Ankara 1 Numaralı Mamak Askeri Cezaevi 

Erdal Öz. Kaynak: Gazete Kadıköy

Deniz Gezmiş ve arkadaşları mahkeme için savunmalarını hazırladığı günlerde, Mamak Cezaevi’nde bu olaylara hapisanenin, hatta koğuşun ve hatta hücrenin içinden tanık olan Erdal Öz, Deniz ve arkadaşlarıyla yaptığı konuşmalarını yıllar sonra yayınlıyor:

“Yakalandığı gün üzerinde olan yakası kürklü parkasını giymişti yine. Sonra nöbetçi yüzbaşı girdi içeriye. Yumuşak bir sesle bir şeyler söyledi Deniz’e. Direnmedi Deniz, kalktı, birlikte koğuştan çıktılar. Gardiyanların dışarıda azarlandığını duydum. Aradan 3 ay geçecek ve Deniz Gezmiş ile yine bir görüş günü, başka bir boyutta, başka bir bağlamda karşılaşacaktık.

11.9.1971 (Aynı günlükten)

Uykusuz geçen bir gecenin ertesinde, öğle yemeğinin ağırlığı içinde yatağıma uzanmıştım. İçim geçivermiş, uyuyakalmışım. Uyandığımda akşamı çok yakınımda buldum, dostları da. Yatağıma tırmandılar, bağdaş kurup oturdular. Sevgili konuklarıma çay söylemek için alttaki yatağa basarak indim, çay ocağına gittim. Birden orada, çay ocağının içinde Deniz’i görmek şaşırttı beni. Aylardır hiç görünmemişti ortalarda. Deniz, iki üç kişinin güçlükle sığışabileceği, çay ocağı olarak kullanılan daracık bölmenin içindeydi. Çay ocağını işleten iki tutuklu erin arkasında bir taburede oturuyordu.

“Merhaba.”dedi.

“Merhaba.” dedim: “İyi misin?”

“Öykünü bir daha okudum.” dedi. “Ernesto’yu (Guevara). Daha önce bir gazetede de çıkmıştı.”

“Cumhuriyet’te.” dedim.

“Memet Fuat’ın hazırladığı “Yıllık” geçti elime. Orada gördüm. Bir daha okudum. İyi belgelemişsin.”

“Pek öykü sayılmaz o. dedim.”

“Yo, yo, olsun. Çok gerekli bir yazı. Eline sağlık.”

Görüş günüydü o gün. Cezaevindekilerin yakınları 5 dakikacık da olsa içeridekileri görebilmek için onca yola, onca eziyete, onca engellemeye katlanıyor, cezaevine geliyorlardı.

Biz içeridekilerin hazırlıklarıysa bir gün öncesinden başlardı. Tıraşlar olunur, en temiz kılıklar giyilirdi. Amaç dışarıdakilere ezik, yılgın görünmemekti. Bu tavır, dışarıdakilere güç verirdi.

O gün Deniz de görüşmecisiyle buluşmak için 5 dakikalığına koğuşundan çıkarılmış, dönüşte nasıl olduysa yine kendini unutturup çay ocağına sığınmıştı. Cezaevinde yatanlar bilir, bir koğuşun içinde yataktan yatağa konukluğa gidilir. Tıpkı bir evden bir eve, bir mahalleden bir mahalleye gidilir gibi. Benim de yatağımda konuklarım vardı, beni bekliyorlardı, çayla birlikte.

Hazırlanan dört bardakla sekizlik demliği aldım.

“Gitme de konuşalım” dedi Deniz. 

“Yatağımda arkadaşlar var.” dedim.

“Boşver, atlat onları” dedi. 

“Atlatamam. Çay beklerler şimdi.”

“Canım ver çaylarını gel” dedi.

Gerçekten de on dakika sonra çay ocağındaydım. Bekliyordu. Deniz’in yanına bir tabure uzattılar, geçip oturdum. Çay ocağını işleten iki tutuklu erden Ahmet, sıcak suyla doldurduğu değişik boylardaki kararmış demliklere birer tutam çay atıp kıvırıp büktüğü kağıt parçalarını demliklerin akıtma yerlerine tıkıştırıyor, Aziz de yıkadığı bardakları, dolu demlikleri alıp dağıtmaya gidiyordu. O sırada üçüncü tutuklu er Bahattin de geldi. Ahmet ile Bahattin önümüzde dikelip bizi meraklı gözlerden gizlediler. İkisi de Deniz ile aramızda geçen konuşmayı pek anlamasalar da ilgi ve hayranlıkla dinlediler. Durmadan bardak yıkadılar, çay demlediler.

O gün Deniz ile aramızda geçen konuşmanın konusu edebiyattı. Edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim. Ummuyordum. 12 Mart’ın içeri aldığı nice arkadaş için edebiyat genellikle küçümsenen bir şeydi. İçeriye kuramsal kitaplar da pek sokulamadığı için zamanla onlar da edebiyatla tanışmak zorunda kaldılar. Pek çoğu doğru dürüst bir romanla, bir öyküyle, bir şiirle orada tanıştı. Sanırım bugün de öyledir. Ve okudukça, edebiyata ısındıkça, önce nasıl şaşırdıklarını, sonra nasıl değiştiklerini sevinçle izlemişimdir.

Bir ara Deniz:

“Bugünleri de yazmak gerek” dedi.

“Yazılacak elbette” dedim.  “Daha olayın çok başındayız. Zamanla yazılır.”

“Yarının gerçek edebiyatı bugünün mahpusanelerinden çıkacak, göreceksin.” dedi. “Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı. İşte bir sürü konu onlara.”

Doğru söylüyordu.

“Peki ama neden yazarlarımız içeride değil?”

“Niye?” dedim. “Fakir Baykurt burada. Dursun Akçam da burada. Muzaffer Erdost da. Emil Galip de. Mümtaz Soysal da.”

“Ama aramızda değiller” dedi. “Çoğu Dış B’ye attı kapağı.”

Dış B’ denilen yere “Vitrin” de diyorduk. Mamak Cezaevi’nin dış kesiminde, idarenin bitişiğinde, önündeki çiçekli geniş bahçeye bakan, uzaktan da olsa bütün Ankara’yı gören ayrı bir koğuştu. Orada, genellikle üniversite öğretim görevlileri, gazeteciler, yazarlar, yani “seçkinler” kalıyordu. Beni de bir ara oraya almak istemişler, yanaşmamıştım. O ara içeride kalmak, içeriyi yaşamak bana daha ilginç gelmişti.

“Cezaevine giren çok az yazar var” dedi.

“Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun.” dedim.

Nazım Hikmet’ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif’ti.

“Ama onun şiiri, daha çok eşkıyanın şiiri. Nedense yıllardır yeni bir şey yazmıyor. Tek kitabıyla kaldı. Bugünleri de yazmalı o.” dedi.

Sonra birden sordu:

“Bekir Yıldız’ı nasıl buluyorsun?”

“Severim.” dedim.

“Ama kaba gözlem onunki.” dedi. “Sanatçı yanı şimdilik pek ağır basmıyor. Yaşar Kemal’in “Bu Diyar Baştanbaşa”sına benziyor yazdıkları. Öykülerinde röportaj ögesi ağır basıyor.”

Bilge Karasu’yu okumuş, pek beğenmemiş.

“Füruzan diye bir kız var, okudun mu?” dedi.  “Bir kitabını okudum, pek bir şey anlayamadım ondan da.”

O konuşuyordu daha çok. Soruyor, çoğunlukla da kendisi yanıtlıyordu. Daha bir sürü ad saydı. Ece Ayhan’ı beğenmiyor ama ilginç buluyordu. Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı iyi izlemişti. Adnan Özyalçıner’i, Kemal Özer’i, Ülkü Tamer’i biliyordu. Hepsinin de beğendiği, beğenmediği yanları vardı. Edebiyata bunca yakın oluşuna gerçekten şaşıyordum.

“Biz edebiyattan geldik reis.” dedi.

Onunla yalnız kalmalıydım. Çay ocağını işleten erlerin meraklı bakışları altında onunla kesik kesik konuşmak hoşuma gitmiyordu.

“Sıkıldın sen burada, kalk avluya çıkalım.” dedi.

Kafamdan geçenleri sanki anlamıştı.

“Avluda görürler seni, bırakmazlar.” dedim.

“Boşver, kalk.” dedi.

Çıktık beton avluya. Esmer bir akşam koyuluğu vardı ortalıkta. Yan yana volta atmaya başladık. Dal gibi upuzundu. Omuzları dardı. Yürürken genç bir kavak gibi sallanıyordu. Meraklı bir sürü göz bizi izliyordu. Cezaevinde haklarında en çok konuşulan, en çok merak edilen iki ilginç kişiden biri Deniz, biri de İrfan Uçar. İrfan, İstanbul’da gördüğü ağır işkenceler karşısında gösterdiği olağanüstü dirençle herkesin dilinde. Bir direnç anıtı İrfan. Ve her ikisi de öbür arkadaşlarıyla birlikte ayrı bir koğuştalar, gözden ıraktalar.

Birden:

“Reis, sen iyi belgeliyorsun” dedi. “Che Guevara’yı belgelediğin öykün çok iyiydi. Belgeye dayalı iyi şeyler yazacaksın sen. Yazmalısın. Bizi de yazmalısın.”

Şaşırmıştım.

“Bizi sen yazacaksın. Bizim şu anda tek görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis. Bizleri iyice incele. Bize sorular sor, gerekli her şeyi öğren, yaz bizi reis. Yazar mısın?”

“Yazarım tabii. Yazarım ama, konuşamayız. Konuşturmazlar.”

“İstersen konuşuruz.” dedi. “Sana istediğin her şeyi anlatırım. Bütün arkadaşlar anlatır. Ne istersen.”

“Nasıl olacak bu?”

“Bir yolunu bulurum ben. İster misin?”

Nasıl istemezdim. Heyecanlanmıştım.

“Var mısın reis? Yazacak mısın?”

“Seve seve. Çok isterim yazmayı.”

Keyifle güldü.

“Nasıl bir şey düşünüyorsun?” dedi. “Roman gibi olmalı. Roman olmalı değil mi?”

“Roman olabilir.” dedim.

“En güzeli de o. Roman olmalı. Kuru kuru anlatılmamalı. Kalıcı bir şey olmalı. Yarına kalmalı. Unutulmamalıyız.”

Bir roman kahramanıyla yan yana volta atıyordum beton avluda.

“Ne zaman başlayabiliriz?” dedim.

“Hemen şimdi. Niye olmasın? Bir roman için neler gerekliyse, sen bilirsin onları, sor anlatalım. Neler gerekli sana?

“Genel yapısıyla konuyu oluşturan olaylar gerekli önce. Sonra da bol ayrıntı.”

“Başlayalım öyleyse. Vaktimiz kalmadı. Bu adamların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Vakit çok az. Hemen başlayalım.”

Aklıma ilk gelen soruyu soruyorum. Olmuyor. Olamaz. Sorumu yanıtlamaya çalışıyor ama olmuyor. Giremiyor konuya. Sorular da yanıtlar da dağılıp gidiyor. Asıl önemlisi, not tutamıyorum. Avludaki meraklı kalabalığın arasında ikimizin de dikkati dağılıyor. Yalnız kalmalıyız, baş başa. Deniz, olayları anlatırken, ben araya girip sorularımla onu ayrıntılara çekmeliyim. Baş başa kalmanın kaçınılmazlığı konusunda sessizce anlaşıyoruz. Ama nasıl baş başa kalacağız?

Daha sonra bunun da bir yolunu buluyoruz. Denizler’in koğuşu bizlerden ayrıydı. Bizler, bir koğuştan ötekine rahatça geçebiliyorduk. Onlarsa bir ayrı ıssız adada gibiydiler. Bizlerle her türlü ilişkileri kesikti. Kesin ve sıkı bir kuşatma altındaydılar. Ara sıra koğuşların giriş kapısının ortasındaki küçük konuşma deliğinden yüzlerinin bir parçasını gördüğümüz oluyordu. Ama o koğuşun önüne yaklaşmamız bile yasaktı. Yalnızca onların duruşma günlerinde, sabah götürülüp akşamüstü getirilirlerken, bir de görüş günlerinde önümüzden geçerlerken görebiliyorduk onları.

Her duruşma dönüşünde koğuşlarına girer girmez kıyameti koparırlardı. Hiç değişmezdi bu. Dönüp koğuşlarına sokulduktan kısa bir süre sonra içeriden koğuşun büyük demir kapısını yumruklayıp tekmelerler, onlar götürüldükten sonra koğuşlarına gizlice yerleştirilen bir avuç dinleme aygıtını elleriyle koymuş gibi bulup bir bir toplar, çiğneyip ezdikleri bu küçük canavarları kapının gözetleme deliğinden dışarı fırlatıp bağıra çağıra ağızlarına geleni söylerlerdi. Cezaevi yönetimi de, nedense, bu işten kesinlikle vazgeçmez, bu oyun da böylece sürüp giderdi.”

Deniz Gezmiş mahkeme Savunması ve idam kararı

Deniz Gezmiş duruşmaya götürülürken. Kaynak: Twingm

Savcı iddianamesinin sonunda 21 sanık hakkında 146/1’den ölüm cezası istiyordu. 146’ya 1 maddesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda aynen şöyle geçer:

“Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun tamamını veya bir kısmını, tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan TBMM’yi iskata veya vasifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler idam cezasına mahkûm olur.” (Tağyir; değiştirmek, ilga; varlığını kaldırmak, iskat; susturmak demektir.)

Denizler ve avukatları 16 Temmuz 1971’de mahkemeye güvensizliklerini bildirmişler ve bu istek reddedilmişti.

Davanın avukatları yaptıkları savunmada Türkiye’nin yapısını, siyasal, toplumsal ve ekonomik bunalımın nedenlerini uzun uzun anlatmışlar, sanıkların suçları ile istenilen ceza arasındaki oransızlığı belirtmişlerdi. Avukatların yaptığı savunmalarda bile suç bulunmuş ve haklarında dava açılmıştı.

Deniz Gezmiş ve arkadaşları ortak bir savunma hazırlamışlar ve savunmalarına şöyle başlamışlardı:

“İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.

Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan duruşmalardan birinde. Kaynak: Twitter

Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır. Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdi. Fakat 20. yüzyıl tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılara rağmen ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır. Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkar uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan emperyalizm’dir.

İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor. Bütün ezilen uluslar, emperyalizme her gün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin abaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer türkülerini söylemek üzeredir. Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere selam olsun.

Dünyanın ve Ortadoğu’nn en eski devletlerinden biri olan Türkiye, hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır. Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşı’mızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.

Kurtuluş Savaşı’mızın tüm şehitlerine selam olsun. Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarıdır. Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun. İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtsevenler gericilere kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit olmuştur. Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun.

Sayın Savcı, bir, Amerikan emperyalizmi gayri millidir. İki, ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir. Üç, emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele ise anayasayı ihlal değildir. Dört, gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü, anayasaya aykırıdır.

Buna göre iki şey var. Bir, eğer belli bir hata sonucu iddianame ve mütaalayı hazırladınızsa, dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun değildir ve siz savcısınız. İki, yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz, yolunuz açık olsun.”

Denizler savunmalarını tamamladılar. O gün mahkemede bulunan Denizler’in avukatlarından biri olan Avukat Zeki Oruç Erel o günü şöyle anlatıyor:

Denizler savunmalarını tamamladılar. O gün mahkemede bulunan Denizler’in avukatlarından biri olan Avukat Zeki Oruç Erel o günü şöyle anlatıyor:

“Savunmaların sonuna gelmiştik. Müşterek savunmayı, arkadaşları adına Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Atilla Kesin ve Hüseyin İnan okudular. Savunmanın son bölümünü, zaman zaman yazılı metne bakarak fakat genellikle mealen yapan Hüseyin, mahkeme heyetinde gerçek anlamda tam bir etki yaratmıştı.

O kadar bilimsel ve içten konuştu ki duruşma yargıcı Ahmet Tetik renkten renge giriyor, üye Mehmet Turan da oldukça etkilenmiş görünüyordu. Ancak çok dikkatli bir gözlemle anlaşılabilecek içe dönük paniğe rağmen, mahkeme başkanı Ali Elverdi hiç renk vermemeye çalışıyordu. Mahkemenin bu görünümüne bakan biz avukatların büyük çoğunluğu, hiçbir idam kararı çıkmayacağını ummaya başlamıştık.

Deniz’i, yakalandıktan sonra Ankara Adliyesi’ne getirilişinde görmüş ve ilk defa Ankara Cezaevi’nde tanışmıştım. Hüseyin’i ise daha 1965 yılından öğrenciliğinden çok yakından tanıyordum. Bu bakımdan onunla yakınlığımız -ama sadece bu nedenle- biraz daha fazla idi. Bende daha yıllar önce çok zeki, bilgili, tutarlı ve kararlı bir insan izlenimi bıraktığını açıkça belirtmek isterim.

Savunmalar bitip dava karara kaldığı günlerden birinde Avukat Halit Çelenk ve Avukat Niyazi Ağırnaslı ile birlikte görüşmek üzere Mamak Askeri Cezaevi’ne gittik. Cezaevi Müdürü M. K. Saldıraner ve birkaç subay, astsubay ve erin nezaretinde cezaevi müdürünün odasında Yusuf, Hüseyin ve Deniz ile görüşüyorduk. Genellikle herkes brbiriyle konuşmasına rağmen Deniz, Halit Çelenk’in, Yusuf, Niyazi Ağırnaslı’nın, Hüseyin de benim yanımda oturuyordu. Hüseyin bana:

“Sence karar ne yönde çıkabilir?” diye sordu. Ben şöyle dedim:

“Her türü olabilir. Bu sorunun en iyi cevabını duruşmanın başında sen kendin verdin. Sıkıyönetim Mahkemeleri yargı organı değildir, bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir dedin. Bu sözünün doğruluğunu ben de aynen kabul ediyorum. Yargı organı olmayan yerden her şey çıkabilir.” Ardından devam ettim:

“Bunlar benim görüşüme göre halkın üzerinde baskı ve terör yaratmak amacıyla sizin davada ve diğer davalarda yargılananlardan toplam on-on beş kişiyi yok etmek isteyebilirler. Örneğin sizin davayla ilgili olarak, önce mahkemeden sekiz-on idam kararı çıkarmak, bunun bir kısmını Askeri Yargıtay’da onamak ve sonra da halka dönüp “Ne yapalım, kurtara kurtara ancak bu kadar kurtarabildik.” demek isteyebilirler.” dedim. Hüseyin bu cümlelerin üzerine o kendine has duruşuyla baktı ve:

“Gerçekten böyle iğrenç bir taktiğe başvurabilirler” dedi.

9 Ekim 1971 günü gelip çattı. Bugün hüküm verilecekti. Askeri Veteriner Okulu’nun çevresinde, avlusunda ve içinde her zamankinden çok daha fazla önlem alınmıştı. Sadece tank, top getirmemişlerdi, o kadar. Askeri ambulanslar orada, park yerine çekilip konulmuştu. Demek haklarında hüküm verilecekler getirilmişlerdi.

Artık olağan duruma gelen, üstümüzün başımızın, çanta ve evraklarımızın aranıp taranmasından sonra dış kapıdan giriyoruz. Binanın girişinden başayıp merdivenlerde, koridorlarda süren ve duruşma salonunda sanıklar bölmesinde son bulan, onlarca komando erinin yan yana ve karşı karşıya dizilmesiyle meydana getirilmiş, yani insandan meydana getirilmiş ince, patika gibi bir yol var. Patikadan geçip duruşma salonuna giriyoruz.

Yusuf, Deniz, Hüseyin ve arkadaşları salonda yine yok. Savunduğumuz kişilerin birbirinden ayrı ayrı mahkemenin çalıştığı binanın bitişiğindeki ana tamir depolarının çeşitli yerlerine konulmuş olabileceğini aklımızın kenarından bile geçiremiyoruz o anda.

Mahkeme salonunda hepimizin dikkatini derhal çeken ama cevabını bir türlü bulamadığımız büyük bir gariplik var. Tahta parmaklıklarla çevrili, yargılananların tümünü rahatça alan, içinde her zaman 20-25 iskemlenin bulunduğu “sanıklar bölümü” iyice küçültülmüş. Oraya, bugün sadece üç iskemle koymuşlar. Halbuki hakkında hüküm verilecek en az yirmi kişi var.

Bir türlü bulamadığımız garipliğin nedenini biraz sonra, orada bulunan herkes gibi biz de öğreneceğiz. Komando erlerden oluşan patika yolun içinden önce Deniz ile Yusuf’u getirdiler. Arkadaşlarının (Hüseyin’in) nerede olduğunu bilmedikleri belli. Hatta bize bakıp gözleriyle sorular soruyorlar. Biz de bilmediğimizi belirten hareketlerle cevap veriyoruz.

Mahkeme başkanı Ali Elverdi (ortada). Kaynak: Bianet.org

Mahkeme başkanı Ali Elverdi’nin idam kararını okurken dili dolandı:

“Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan…Mahkememiz, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını, bir kısmını tağyir, tebliğ veya ilgaya cebren teşebbüs suçunu işlediğinizi sabit gördü. Türk Ceza Kanunu’nun 146. maddesi taksim…146 taksim 1 maddesi uyarınca ölüm cezasına tezyilinize karar verdi.”

Mahkeme kararının ardından

Denizler’in 11 avukatından biri olan Avukat Zeki Oruç Erel, 3 Mayıs 1972 Çarşamba günü Mamak Askeri Cezaevi’nde hakkında idam kararı çıkan 3 genci gördüğü son anları anlatıyor:

“3 Mayıs 1972 Çarşamba. Bu tarih, şüphesiz kişisel olarak benim için özel bir anlam taşımaktadır. Zira onları, en son gördüğüm gün, 3 Mayıs 1972 Çarşamba günüdür.

2 Mayıs’ta senatodan idam kararı çıkınca savunmayı üstlenen biz 11 avukat, bir mucize dışında idamların önlenmesinden umudumuzu kesmiştik. Dava süresince üçünü de yakından tanıma fırsatını bulmuş olan bizler, onların ölüm karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini kesinlikle biliyorduk. On bir günden beri süren açlık grevinin, en sağlıklı kişiyi bile fizik olarak nasıl halsiz düşürebileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Bu nedenle, açlık grevine son vermelerini kendilerine önermeye karar verdik. İşte bu öneriyi iletmek üzere 3 Mayıs 1972 Çarşamba günü Mamak Askeri Cezaevi’ne gittik.

Onları mutlaka asmaya kararlı olanlar da açlık grevinden son derece tedirgindiler. Grev süresince her gün, içlerinde profesörlerin de bulunduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nden bir doktor heyeti cezaevine gelip muayene ediyor, 24 saatlik hücredeki yaşamları her yarım saatte bir, cezaevi yönetimince yazılı olarak saptanıyordu. Bu nedenle görüş yasağına karşın bizi cezaevine aldılar.

Başta cezaevi müdür olmak üzere beş-altı görevli başımızda dikilmiş. Hüseyin, Yusuf ve Deniz ile yaptığımız konuşmayı dinliyorlar. Söze Halit Çelenk başladı.

“Biz infazların durdurulması için hala ciddi çabalar sarfediyoruz. Ancak bu çabalar sonuç vermezse infazlar gerçekleşebilir. İnfazlar gerçekleştiği taktirde biz avukatlar, sizin infaz yerine sağlıklı ve rahat bir şekilde gidebilmeniz için açlık grevine son vermenizi öneriyoruz. Yarın sizi alırlar zorla götürürler idam sehpasına, etrafta da bir propaganda başlarla, sizin bu kadar beğendiğiniz insanlar nasıl korku içinde kaldılar nasıl korktular derler.”

Bu konuşmanın ardından Deniz arkadaşlarla görüşmek için bizden 1 saat müsade istedi. Ama 10 dakika kadar sonra Deniz, gülerek geri geldi ve şöyle dedi:

“Önerilerinizi kabul ediyoruz. Sizlerden en az bir kişinin infazlarda mutlaka bulunmasını istiyoruz. Ancak faşizm, bizlerle ilgili halka yalan söyleyebilmek için sizleri infaz mahalinde bulundurmayabilir. Eğer böyle bir durum olursa, bütün arkadaşlar kesinlikle emin olsunlar ki bir devrimciye yakışır şekilde gideceğiz.”

Kendisine infazlarda iki avukatın bulunacağını, bu yönde bütün tedbirleri aldığımızı söylüyoruz. Benimle rahat, kendinden ve arkadaşlarından kesinlikle emin bir havada biraz daha görüştükten sonra konuşmayı gene Deniz bitirdi.

“Şimdilik hoşça kalın. İnfazlarda buluşuruz.”

1972 Mayıs’ının 5. günü Resmi Gazete’de infaza ilişkin bir kanun yayınlandı. Kanun yayınlanmıştı fakat hükümlü vekillerinin 2 Mayıs 1972 ve 4 mayıs 1972 tarihlerinde verdikleri iki ayrı “karar düzeltme” istemine henüz bir yanıt gelmemişti.

Kanunun yayınlandığı gün, hükümlü vekillerinden Ersen Şansal ve Mükerrem Erdoğan Mamak Cezavi’ne geldiler. Denizler ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Beklemenin sonu gelmiyordu. Saat 17:00 olmuştu. Hala görüşememişlerdi. Ayrılmak zorunda kaldılar. Yavaş yavaş karanlık çöktü. İlerleyen dakikalar 6 Mayıs’a devirdi günü. Artık Mayıs’ın 6’sıydı. Saat 00:30 olduğunda infazda bulunacak olan iki avukat Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan’ın evleri önünde arabalar belirdi. Ankara’da Mamak Askeri Cezaevi çok sayıda kuvvetle çevrilmişti. Tanklar ve çember çember güvenlik görevlisiyle, yüksek dereceden güvenlik görevlileri ve yüksek rütbeli subaylar sağa sola gidip geliyordu. Telsizlerle sürekli komut alınıp veriliyordu.

Cezaevinin içi dışı projektörlerle aydınlatılmıştı. Görevliler Mamak Askeri Cezaevi içinde Deniz’in bulunduğu hücreliklere doğru yöneldi. Kaldıkları hücrelerin birer birer kapıları açıldı. Gidecekleri haber verildi. Yusuf ve Hüseyin daha önce yazdıkları son mektuplarını koyunlarına koymuşlardı.

Görevliler ilk olarak hücresinde Deniz’i ayaklarından zincire vurdu. Ellerini de arkadan bağlayıp dışarı çıkardılar. Zincirler yürümesini engelliyordu. Bir görevli zincirleri kaldırarak yürümesine yardımcı oluyordu. Denizler’i taşıyan arabalar birer birer Merkez Cezaevi’ne yanaştı. Deniz’i başgardiyan odasına getirdiler. Yusuf ilerde bir başka küçük odaya, Hüseyin de avukatlarla mahkümların görüşme odasına getirildi.

Başgardiyan odası avluya bakıyordu. Zifiri geceyi, Ankara Merkez Cezaevi’nin ışıkları kendi gücünde çelmişti. Avludaki darağacına, alacakaranlık altında ışık vuruyordu. Deniz yüzü pencereye dönük olarak oturtulmuştu. Görevliler omuzlarından tutuyordu. Ayakları hala zincire vurulmuş, elleri bir daha çözülmemek üzere arkadan bağlanmıştı. Deniz son mektubunu yazamamıştı. Bir zabıt katibi ve daktilo getirdiler. Darağacına bakarak son mektubunu yazmaya başladı.

Mektubunu yazdırdıktan sonra Deniz Gezmiş son bir kez arkadaşlarını görmek istediğini söyledi. Fakat savcı buna karşı çıktı. Bu sırada devreye Halit Çelenk girdi.

“İdam mahkümlarının son arzusu yapılır.” dedi.

“Eğer kanuna ve ahlaka aykırı bir istek değilse, siz onu yerine getirmek durumundasınız, kanun böyle, birbirlerine Allahaısmarladık diyecekler belki.” kelimelerini de ekleyince savcı mecburen kabul etmek zorunda kaldı.

Elleri kelepçeli, ayağında pranga olan Deniz Gezmiş, elleri arkadan bağlı Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la fısıltı seviyesinde son kez konuşup helalleştiler ve sarılabildikleri kadar birbirlerine sarıldılar. Bir müddet sonra Deniz Gezmiş idamı gerçekleştirilmek üzere bahçedeki darağacına alındı.

Yetkililerin cellada başlarıyla “hadi” işareti verdiği sırada Deniz Gezmiş en yüksek sesiyle bağırmaya başladı.

“YAŞASIN TÜRKİYE HALKININ BAĞIMSIZLIĞI, YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM YÜCE İDEOLOJİSİ, YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ KAHROLSUN EMPERYALİZM!”

Fakat sandalye tekmelendikten sonra, Deniz Gezmiş’in boyu uzun olduğu için ayakları masaya indi ve infaz gerçekleştirilemedi. Savcı yardımcısı masanın da çekilmesi üzerine bağırdı. Ardından cellat masayı çekti. 10 dakika beklenildi. Fakat Deniz Gezmiş hala hareket halindeydi. Bunun üzerine Halit Çelenk, yanındaki doktora “Adli tıp siz de okudunuz biz de okuduk. Bu iş bir bir buçuk dakikada biter diye biliyoruz. Ne oluyor böyle?” dedi.

Ardından doktor Deniz Gezmiş’in nabzına bakmaya gitti. Nabız hala atıyordu. 15 dakika kadar daha beklenildi. Fakat nabız atmaya devam ediyordu. Tam 25 dakika bittiğinde hala nabız atıyordu. Ardından celladın yaptığı açıklama avukatların zaten kötü olan morallerini iyice bozdu. Deniz Gezmiş iri ve ağır olduğu için ip çift ilmik yapılmıştı. Deniz Gezmiş tam 50 dakika ipte kaldı. Daha sonra ipi tek ilmiğe indirdiler.”

“Merkez Cezaevi Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.

Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum, ne kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu, seninle düşüncelerimiz ayrı ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum.

Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum, kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir.

Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annem, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.

Oğlun DENİZ GEZMİŞ”

“Salı 2 Mayıs

1972 Sevgili babacığım,

Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılayacağınızı sadece dileyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlun bir günde öldürülmesi kolay göğüslenebilecek bir olay değildir. Fakat siz benim için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz.

Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bubakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, annemin ve Yücel’in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleceğim, fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarına devam etsinler. Mehtap’a ne diyeyim…Benim için her zaman bol bol öpün.

Babacığım cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her biri oğlun sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel’i, ablamı, Aziz ağabeyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım babacığım…

Sağlıcakla kalın.
HOŞÇAKALIN
T. Yusuf Aslan”

Deniz Gezmiş’in en son oturduğu koltuktan bahçedeki darağacı görünüyordu. Deniz Gezmiş bahçeye alındığında, yerine Yusuf Aslan getirildi. Avukatlar Yusuf Aslan’ı almak üzere geri gittiklerinde onu Deniz Gezmiş’in oturduğu yerde buldular ve Yusuf, Deniz’in sesini duyduğunu, onu gördüğünü söyledi. Böylece Yusuf’a Deniz’in idamı, Hüseyin’e de Yusuf’un idamı izletildi…

Yusuf Aslan son olarak tuvalete gitmek istedi. Bunun üzerine bir albay, belki kaçabileceğini, intihar edebileceğini söyledi ve askerleri uyardı. Avukatlar bu sözler üzerine albaya dönüp böyle bir şeyin olmayacağını, albaya lüzumsuz laflar ettiğini söylediler. Yusuf geri gelince de idamı gerçekleştirildi.

“Babama, Anneme, Kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma,

Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.
Bir insanın sonunda karşılayacağı tabii sonuç bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı.
Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.
İleride durumu çok daha yakından anlayacağınız inancındayım.
Metin olunuz.
Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.
Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler!..
Yazılacak çok şey var fakat hem mümkün değil hem de sırası değil.
Candan selamlar…

Hüseyin İnan”

Yusuf Aslan götürüldükten sonra, Hüseyin İnan sehpaya çıkarıldı. Fakat Hüseyin İnan cellatın hareketlenmesine izin vermeden altındaki sandalyeyi kendi tekmeledi ve infazını gerçekleştirdi.

Yazıyı Paylaş

Okumaya Devam

Abone ol
Bildir

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Yorum yapmak için tıkla!x