Nazilerden Kurtulan Bir Kadın: Felicia Karo Weingarten
- Tarih
- Ocak 18, 2023
Ben Lodz getosu, Auschwitz, Bad-Kudova, Graeben ve Bergen-Belsen toplama kamplarından kurtulabilen çok az insandan biriyim. Yıllar geçmesine rağmen hatıralarımdan hiçbir şey azalmadı. Bu hikayeler benim çocukluğumun yankıları, savaş öncesi, savaş zamanı ve savaş sonrası tecrübelerimdir.

Büyük Tahribat’ta (Holokost) ölen annem ve babam, Moshe ve Rachel (evlenmeden önce Pritzker), akrabalarım, arkadaşlarım ve öğretmenlerimin anısına.
Yahudi Toplum Merkezi’ndeki kısa hikaye sınıfı öğretmenim Judith Breier’in ikna çabaları ve yardımı olmasaydı bu anılar yazılamazdı. Yardımı ve tavsiyeleri için Lynn Bick’e canı gönülden teşekkürler. Bana dilimin güzelliklerini öğreten lisedeki dil öğretmenim Mtra Grondowska’ya sonsuz teşekkürler.
Savaş öncesi Polonya
Bir zamanlar dumanlı endüstriyel bir şehirde yaşan anne, baba ve üç çocuktan oluşan bir aile vardı. Yazın şehrin havası çok sıcak olup bunaldıklarında şehri bütün yaz boyunca terk ederlerdi. Baba her hafta sonu trenle eve gelirdi. Çocuklar çayırlarda oynar, gölde yüzer, meyve ve mantar toplamak için ormanda gezintilere çıkardı. Zaman kırsal bölgede çok huzurlu ve neşeli geçerdi.
Bir gün bir felaket oldu. Annenin elmas evlilik yüzüğü birden ortadan kayboldu. Hiç kimse onu bulamadı! Eve hiçbir yabancının veya misafirin girmemesi üzerine de bütün gözler hizmetçi üzerine çevrildi. Sürekli masum olduğunu savundu fakat yine de işinden kovuldu.
Daha sonra yüzük kahverengi deri bir kutunun içinde bulundu. Ufak bir çocuk oyun oynarken ellerinin arasında kaybolarak oraya girmişti. Orada sessizce kaldı, hiç kimse orada olduğunu göremedi, oyun oynayan ufak kız da henüz konuşmayı öğrenemediği için hiçbir şey ifade edemedi.
Yıllar sonra bazı yetkililer aileyi yaşadıkları yerden atmaya geldi. Bu kaos içinde şu anda büyük bir kız olan ufak kız, yanlışlıkla deri kutuya bastıktan sonra yüzüğü fark etti. Yüzük yıllardır saklandığı yerden çıktı ve durduğu yerde sessizliğini korudu.
Josef’in anısına 1922 – 1930
Apartmanın kapısı insanlarla dolu bir odaya açılıyordu. Kadınlar ve erkekler paltolarını ve şapkalarını sessizce Wanda’ya, hizmetçiye veriyorlardı. Odanın uzak köşesinde, siyah saçlı, yeşil gözü ufak bir kız çocuğu dikkatlice etrafına bakmaya devam etti. Annesi altın düğmeli, güzel mavi bir elbise giymişti fakat aklı başından gitmiş gibi bakınıyordu. Babası, yüzü düşmüş, soluklaşmış bir şekilde karısına sarılmıştı. Ufak kız “Neden bütün bu insanlar burada? Neden bütün aynalar örtülü?” diye düşündü. Baba en ufak çocuğunu fark etti. Elinden tuttu ve bir komşunun karşısına getirdi. Herr Kelle, kısa boylu ve dost canlısı olan adam onu yatak odasına götürdü. Kızı etrafı sandalyelerle çevrili bir masaya oturttu ve daha sonra odadan çıktı. Ufak kız Anita ve Vera Kelle’nin onun yanına gelip arkadaşlık etmesini ümit ediyordu fakat kızlar evde değildi. Korkmuş ve yalnız hissederek orada epey bir süre bekledi. Ta ki hava kararıncaya ve ışığı gelip kimsenin açmayacağı zamana dek. Tuvalete gitmek istedi fakat yemek odasından gelen yetişkin insanların seslerini duyduğu için çıkmak istemedi. Dayanabildiği kadar dayandı ve sonunda altını ıslattı… Utanmıştı, yavaşça ufak odaya gitti, parlayan avize yüzünden gözlerini sürekli kırparak eve dönmek için izin istedi. Eve döndükleri ve annesi komşularının evinde başına gelen kazadan dolayı kendisine kızmadığı için mutluydu. Apartman sessizdi. Bütün ziyaretçiler evlerine gitmişti. Ufak kız bir kukla gibi sürekli takip ettiği ufak sarışın çocuğu da aradı fakat o da gitmişti… Sonsuza kadar…
1934’te Teodary’de yaz
At, arabasını, tren istasyonundan, kötü olan yola girerek Teodory’deki villaya doğru sürdü. Wanda, hizmetçimiz, elbise ve eşyalarla vagonu süren şoför ile bizden bir gün önce geldi. Annesini, büyük kızkardeşini, Bella’yı ve beni bekleyerek akşam yemeğini yedi. Baba ise sadece haftasonları gelirdi. Bela ve annesi valizleri boşaltırken, ben etrafı görmek ve oynayacak arkadaş bulmak için dışarı çıktım.
Dört bölümden oluşan villa meyve ağaçlarıyla, çiçek ve çalılıklarla dolu büyük bir bahçenin içine kuruluydu. Merdivenlerden birkaç metre ileride, köşede, beyaz boyalı tuvalet vardı. Arsanın en uç noktasında ise bekçi ve ailesi için çatılı bir kulübe vardı. Patateslerden sonra marul, lahana, soğan ve çilekler, ahududuların etrafında sınırı belirleyen çalılıklar, böğürtlenler ve bektaşi üzümleri vardı. Bu meyveler çoğunlukla mutfağın deposunda reçel olarak hazırlanmak üzere bulunur ve kışın soframızda olurdu.
Villanın sahibi olan aile dostu Bayan Tischler’ın benim yaşımda bir oğlu vardı. Bazen Roman ve bana bir sepet dolusu çilek toplamak için izin veriyorlardı. Bir keresinde diş doktoru olan Bayan Tischler bizi eski bir kır evinde bir hastasını ziyaret etmeye götürmüştü. Üzerimize atlayan havlayan köpeklerden çok korktum fakat ısıramıyorlardı çünkü daha ufacık yavrulardı. Bunu görünce rahatladım ve yavruları sevdim. Ev sahibinin bıyıklı atalarının fotoğrafları olan duvarları ve odaları gördük ve ardından gölde kanoyla gezinti yapıp, en sevdiğim Polonya şarkılarını söyledik.
Perşembe günleri annem, Wanda ve ben markete giderdik. Alışveriş yaparak arabayı tepeleme doldururduk. Yolun karşısında kümes hayvanlarının olduğu bir yer vardı. Çok gürültülüydü, ördekler vakvaklıyor, çiftçiler ve eşleri pazarlık ederek satış yapıyor, çocuklar oradan oraya koşup gülüyordu. Ben ise dikkatimi çifçilerin eşlerine vermiştim, nasıl da şişmanlardı. Kuşların pislemesini bekledim ama olmadı. Wanda birkaç küçük tavuk aldı ve annem de peynir ve yumurtayı aldı. Ben ise tazeliklerini korusun diye büyük yapraklara sarılmış iki kalıp yağı aldım.
Sıcak günlerde annem, Bella, ben ve birkaç komşumuzla ormanın içindeki mısır ve gelinciklerle örtülü dar patikada gezintiye çıkardık. Orman serin ve karanlık olurdu. Büyük ağaç dalları güneşin gelmesini engelleyerek gölge yapıyordu. Sessizlik sadece çam ağaçlarının düşmüş dallarına basınca bozuluyordu. Kızıl kahverengi sincaplar uzun kuyruklarıyla daldan dala atlıyordu. Wanda öğlen vakti bir sepetle geldi. Yere serili battaniyemizin üzerine masa örtüsü örttü. Üzerine tabaklarda kesilmiş et, hala sıcak patatesler, ekmek ve soğutulmuş meyve çorbası koydu. Birlikte oturup, yemek yiyip, ormanın sessizliğini bozmadan sessizce sohbet ettik. Tabaklar villaya geri dönerken tertemiz olmuştu.
Bir Cuma günü beklenmeyen bir misafir geldi. Emekli Dr. Rabinovitz at arabasıyla gelmişti. Haftasonu bizimle birlikte olan babamla konuşmak için uğramıştı. Babam da onu akşam yemeğine davet etti. Annem her gün kullandığımız masa örtüsünü değiştirdi ve peçetelerle güzel bir masa hazırladı. Bella, Dr. Rabinovitz’in getirdiği çiçekleri aldı ve vazoya koydu. Kızarmış tauk, tatlı havuç, bezeyle, ufak dilimlenmiş domatesler ve soğanla karıştırılıp rendelenmiş salatalık olan bir masa hazırlandı. Büyükçe bölünmüş ekmek elden ele uzatıldı. Tatlı için ise poziomki denilen yaban çilekleri, krema ve cevizle ikram edildi. Misafir olmasından dolayı heyecanlandım ve tavuğa olan tiksintimi unutup tabağımdaki her şeyi yedim. Güneşin son ışınları da pencerenin camından içeri süzüldü. Midemden gelen gürültü ve mırıltılar uykumu getirdi. Yarı uykulu vaziyette, uzaktan inek çanlarının seslerini duydum. Çobanlar otlaklardan geri dönüyordu.
Yaz kampı
Kız kardeşim, annem ve babamla yaşadığım Polonya’daki tekstil şehrinde yazları sıcak ve nemliydi. Annem ve babamın şehri bir aylığına terk etmeleri olağandı. Fakat o yaz savaş çıkabilme ihtimali yüzünden bir yere gidemediler. Ondan bir yıl önce okulun ayarladığı kampa gidebilmek için yalvarmıştım. Sonunda yumuşayıp kabul etmişlerdi. Bu yıl o kadar çok uğraşmadım çünkü kamp yeri şehirden uzakta değildi. Geçen senelerde gittiğimiz kamplar genelde güneydeki Beskidy veya Tatra dağlarında olurdu. Bu kamp annemlerin giyinip kuşanıp favori kaplıcasına gidip, büyüklerin iğrenç politika konuşmalarını dinlemekten daha eğlenceliydi.
Bir odayı en sevdiğim 3 arkadaşımla paylaştım. Şekerlerimizi ve meyvelerimizi ortaya çıkarıp hepsini yemeklerden sonra konuşurken atıştırmak için eşit paylaştırdık. Bu arkadaşlık sadece evlenme çağında bir ablası olan bana çok iyi geliyordu. Günün büyük kısmında sporlar yaptık. Hepsinden keyif aldım fakat hiçbirisinden galip gelemedik. Ping-pong oynamayı ve bisiklete binmeyi öğrendim. Bir arkadaşımla ödünç aldığımız bisikletlerle uzun gezileri yaptık.
Cumaları benim özel günümdü. Hemşire dahil herkes ve iki öğretmen güzel elbiseler yüzünden normal eşofmanları ve tişörtleri kaldırırlardı. Biz kızlar da sırayla duşlara girer, saçlarımızı yıkar ve Shabbat yemeği için en sevdiğimiz kıyafetleri giyerdik. Yemekten sonra büyük masalarda oturur, İbranice veya Polonya’ya özgü şarkılar söylerdik.
Özel etkinlikler geziler ve kırlara yapılan yürüyüşler ve ebeveynlerin ziyaretleriydi. Bu etkinlikler iki aylık tatil boyunca iki veya daha fazla yapılırdı. Bir ziyaretçi günü annemler şoförün sürdüğü parlak, siyah bir Chevrolet arabayla, arabanın sahipleri ve onların tanıdıklarıyla geldiler. Onlar için eğlenceli olan konfor içinde değil de trenle veya otobüsle gelmekti. Onları o güzel arabanın içinde görünce ne kadar da mutlu olmuştum. 1930’ların Polonya’sındaki lüks hayat..
Bir başka etkinlik de, kampın ikinci danışmanı olan Profesör Rundstein’ın okuduğu şiirler ve yazılardı. Henryk Rundstein’in psikoloji dalında ve İbranice dilinde dereceleri vardı ve çok iyi bir öğretmendi. Bizim en sevdiğimiz öğretmenimizdi çünkü hala genç bir adamdı. Diğer öğretmenlerimizin çoğu orta yaşlarda veya daha yaşlıydı. Yahudi edebiyatının güzelliklerini bize anlattı. Çoğumuz İbranice dilini bilmiyorduk ve çok azımız okuyacak kadar iyiydi. Neredeyse her gün Lehçe konuşuyorduk, Lehçe dersi ve İbranice dersi görüyorduk. 12 yaşımızda İngilizce ve Latince öğrenmeye başladık.
Huzurlu kasabada zaman çok çabuk akıp gitti. Aniden, kamptan ayrılmamıza 2 hafta kala, toplantı bölgesine çağırıldık. Neşesiz surat ifadeleriyle öğretmenlerimiz bize Polonya’nın savaş için hazırlandığını söyledi. Hemen toparlandık ve trenler askerlerle dolmadan şehre dönmemiz gerekti. 1 Eylül’de Almanya orduları Polonya’yı işgal etti. 2. Dünya Savaşı başladı ve benim hayatım da bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmadı…
Köşedeki okul
Bizim yıllar önce yaşadığımız evimizden birkaç blok ötede, Polonya’nın sevilen şairlerinden Adam Mickievwicz’in adını verdiği, erkek çocukların gittiği bir ilköğretim okulu vardı. O köşeden geçmek güvenliydi çünkü sabahları herkes sınıfa gidicem diye acele ederdi fakat okuldan sonra büyük gruplardan oluşan öğrenciler yakınlardaki iki liseden gelecek Yahudi erkek çocuklarını beklerdi. Şapkalarındaki rozetler ve kollarındaki numaralar onların açıkça Yahudi okullarında okuduklarını gösteriyordu.
Polonyalı çocuklar Yahudi çocuklara aşağılayıcı ırkçı şeyler bağırıyordu. Burunları kanatacak kadar sert kavgalar çıkıyordu. Hele yalnız gezen bir Yahudi çocuğun hali…Vahşi çocuklar sırf yalnız yakalayabilmek için beklerdi.
Buna rağmen kızlar çok nadiren rahatsız edilirdi. Ben okula giderken geçtiğim binadan hep çekinerek geçmişimdir. Bir öğlen vakti jimnastik dersine aceleyle giderken bir grup vahşiyi Mickiewicz okulunun önünde toplanırken gördüm. Kalbim çok hızlı atmaya başladı ve yürüyebildiğim kadar hızlı yürüdüm. Diğerlerinden daha büyük olan uzun boylu Polonyalı bir çocuk benim yanımdan geçti. Tanışmıyorduk fakat beni babasının dükkanında daha önce görmüştü. Aşağılayıcı bir gülümsemeyle “Korkuyorsun, değil mi?” diye sordu ve yürümeye devam etti. Polonyalı çocuklar beni rahatsız etmedi. Yine de o okulun etrafından bir daha gitmemeye karar verdim. Benim en çok sinirimi bozan şey ise o çocuğun aşağılayıcı gülümsemesiydi.
Genç şair
Bitişikteki binanın balkonundaki erkek çocuk bana bakarak gülümsedi. Bir gün yakınlardaki parkta karşılaştık. Adı Ludwik ama Lutek deniliyordu. Benim adım da Lusia olduğundan hemen ortak bir şey paylaştığımız ortaya çıktı. 12 yaşındaydı, yani benden bir yaş büyüktü. Boy olarak beni epeyce geçmekle kalmayıp, bilgide ve olgunlukta da benden çok çok üstündü. Ailesi tarafından çok sevilen ve iyi bakılan Lutek, Polonya’nın en prestijli okullarından birine gidiyordu. Ayrıca Almanca dışında, İngilizce ve Fransızca eğitimi de alıyordu. Çok kitap okuyordu, bu da ikinci ortak yönümüzdü. Düşüncelerini açık açık konuşur ve yazdığı şiirleri bazen bana okurdu.
Lutek tiyatro grubu kurmamız için bir öneride bulundu. Benden küçük iki arkadaşım Iwona ve Ricky ve bir de ben davetliydim. Lutek oyunu yönetti, oyun ergenlik hakkında bir kitaptan alıntıydı. Kendisi Macaristan prensini, ben onun sevgili prensesi Nina’yı, Ricky küçük yeğen ve Iwona da onun arkadaşı ve öğretmeni rolünde oynadı. Ricky’nin güzel mobilyalarla döşenmiş odasında çok keyifli saatler geçirmiştik. Ayrıca annesi de yemek masasını her zaman taze yemeklerle donattı. Lutek’in mükemmelliğine hayrandık, ayrıca şairliğine ve o bizden büyük çocuğun bizimle zaman geçirmesine çok memnunduk.
1939’da savaş geldi ve okula gitmek artık zorlaşmaya başladı. Hemen hemen her gün farklı bir yerde toplandık, vardiyalarla okula gittik, çünkü diğer liselerden de bir sürü bizim gibi Yahudi çocuk vardı. Lutek’i Getto’daki yeni okulda sık sık gördüm. Boyu çok uzamıştı ve omuzları genişlemişti fakat daha zayıflamıştı çünkü yemek bulmak zordu. Ne zaman birbirimizi görsek sohbet ederdik.
14. yaş günümde Lutek bana bir şiir yazmıştı. “Yeşil gözlü arkadaşım için “Yeşil Gözler” adlı şiir.” dedi. Okul kapandıktan sonra irtibatımız tamamen kesildi ve hepimiz fabrikalarda çalışmak zorunda kaldık.
Bu çocukluk arkadaşımdan yıllar sonra haber alabildim. Adı, Lodz gettosunda savaş kitaplarından birinde geçti. Biz Auschwitz’e gönderildikten sonra şiirlerinden bazıları gettonun yıkıntıları arasından çıkmış. Şu anda Washington’ta Holocaust Müzesi’nde tutuluyor. Ludwik Asz, bu uzun boylu, yakışıklı, yetenekli çocuğun katliamdan önce arkasında bıraktıkları…
Getto

İki çocuk “Du hast Glück bei den Frauen Bel Ami” şarkısını söylüyordu. Tatlı sesleri Bel-Ami denilen neşeli müzik arasında dağılıyordu, çünkü üzgün bir şekilde söylüyorlardı. Kız 10-12 yaşlarında, erkek çocuk ise biraz daha küçüktü. Ceketlerinde Davud’un sarı yıldızı vardı. Ortasında da “Yahudi” yazıyordu. Bu işaret onların evlerinden alınıp Almanya’ya götürülen ve sonra Almanya’dan getirilip, Doğu Avrupa’daki gettolara gönderilip orada açlığa mahkum edildikten sonra evlerinden çok uzakta öldürüleceklerini gösteriyordu.
Kız kardeş ve erkek kardeş Polonya’nın bu soğuk Aralık ayında birbirlerini sıcak tutmak için sımsıkı sarılmışlardı. Şarkı söylediler, ufacık ellerini uzattılar, geçen insanların gözlerine bir lokma ekmek için yalvaran gözlerle baktılar. Bazıları durup birkaç peni verdi fakat hiçbiri ekmek vermedi, çünkü ekmek pırlantadan bile daha değerliydi…
Daha sonra çocuklar 1941’in soğuk aylarında Bel-Ami’yi söyleye söyleye sokaklarda kaybolup gittiler, daha sonra hiç sesleri duyulmadı.
Bir kilogram yağ
1944 yazında bizden sadece 70.000 kişi canlıydı. Çoğu hastalıktan, açlıktan öldü. Diğerleri bir daha hiç görülmemek üzere güç kullanılarak başka yerlere gönderildi. Yemek payları gittikçe azaltıldı. Artık birkaç gram çiçek, şeker, margarin veya kokmuş yağ alamıyorduk, sadece şalgam veya lahana vardı. Kişi başına düşen bir büyük somun ekmek 7 gündür verilmiyordu. Bir günde payından fazlasını yiyenler için ölüm çabuk gelirdi.
Aynı yıl, 1944’te, Alman yetkililer tarafından neredeyse 2000 Yahudi Lodz gettosuna zorla götürüldü. Herkes çalışıyordu çünkü gettonun hala orada bulunma sebebi iyi çalışan bizlerdik. Fabrikalarda, demirhanelerde ve ofislerde bir tabak çorba dağıtılırdı. Fakat az ve yetersizdi. Yine de bu çalışan işçiler için hayat kurtaran bir besindi.
Yaşları 9-15 arası olan çocuklar günlük 5 saat çalıştırılıyordu, 15-65 arası olan insanlar ise gündüz veya gece 10 saat çalıştırılıyordu. Ufak olanlar çocuk yuvaları veya anaokullarına gönderiliyordu. Bir deri bir kemik yüzlerinde kocaman gözleriyle etrafa bakıyor, incecik vücutlarıyla, yıpranmış elbiseleriyle soğuk olan dışarda ve ısıtılmayan içerde geziyorlardı. Gettoda pek çocuk kalmamıştı. 1942 sonbaharında büyümüş, hastalanmış veya delirmiş olan çocukların hepsi birer kamyona bindirilip yollandı. Almanlar onları “daha iyi bir yere” götürdüklerini söylerlerdi. “Yer değiştirme” kelimeleri benim tüylerimi diken diken ederdi. Her zaman yüzlerce hatta binlerce insan yer değiştirmek için götürülür ve bir daha hiçbirisinden haber alınamazdı.
Getto dikenli teller ve ateş etmekten bir an bile çekinmeyen nişancılarla çevriliydi. Dışarısı ile olan bağlantı tamamen kesilmişti fakat ağızdan ağza bazen haberlerin iletildiğini sürekli duyardık.
Birden bire Alman yetkilileri, Yahudiler’in en yaşlısının bütün Yahudiler’i temsil etmesi için seçilmesini istedi. Bu kişi kalan 200 çocuk için özel bir program organize edecekti. Gettodaki bir evde birkaç hafta tutulacak, daha güzel yemeklerle beslenecek, oyun oynayabilecek ve profesyoneller tarafından bakılacaklardı. Getto okulundan iki görevli kayıtlar için görevlendirilmişti. Kayıt gününde, kayıt sırası şafakla birlikte uzun kuyruklara dönüştü. İtişip kakışmalar, çocuklarını yazdırmak için ilk sırayı kapmaya çalışan ebeveynler… Hatta bazıları pencerelerden ikinci kata tırmanmaya bile çalışıyordu.
Güzel giyimli, kendisini Bay Green olarak tanıtan güçlü bir adam, Günlük Müfettişi’ydi. Önemli bir insandı, kapı bekçileri tarafından içeri alındı. Bay Green daha önceden tanıdığı babama yaklaştı ve dul akrabasının iki küçük kızını listeye yazmasını söyledi. İsteği kabul edildi ve açlıktan, hastalıktan zayıf düşen çocuklar arasında şansı yaver olanlardandı.
Birkaç hafta sonra bir haberci odamızın kapısını çaldı ve Bay Green’den, Günlük Müfettişi’nden, babama bir paket getirdi. Annemle birlikte paketi açtık. Paketten dergi kağıdına sarılmış bir kilogram yağ çıktı! 1939’da savaş başladığından beri yağ görmemiştik ve gözlerimize inanamıyorduk. Odada dans ederek “Anne, anne!” dedim. “Bunu bir sürü patatesle takas edip, senin iyileşmen için çorba yaparız!” Hemen sonra babam eve geldi. Harika hediyeyi heyecanlı bir şekilde ona söyledim. Ona bakmadı bile, sadece sessizce “Kabul edemem, lütfen geri yollayın.” dedi. Şaşkınlıkla kekeleyerek “Baba, neden bizde kalmıyor? Bu bir hediye!” Şöyle cevap verdi: “İşim için hediye kabul edemem.” Şaşkınlık ve kızgınlıkta yüzümden yaşlar süzülmeye başladı, “Doğru mu yanlış mı olduğu umurumda değil, ben açım! Hepimiz açız!” dedim. Babam döndü, pencereye giderek bana tersini döndü, gözleri üzüntü ve acıyla dolmuştu. “Yağ Bay Green’in bana hediyesi değil, hastalar ve çocuklar içindir. Lütfen geri götürün.”
Günlük Departmanı birkaç mil ötedeki küçük bir evdeydi. Çünkü gettoya nadiren günlük mal gelirdi. Ağlaya ağlaya ellerim arasında okşayarak o sarı hazinenin olduğu paketi geri götürdüm. Ofise girdim ve katibe “Lütfen Bay Green’e, Bay Karo’nun bu hediyeyi kabul edemeyeceğini söyleyin.” dedim. Eve dönüş yolumda içimde bir şeylerin olduğunu hissettim. Hayal kırıklığım kaybolmuştu. Artık kızgın değildim, babamla gurur duyuyordum.
Kırmızı ceket
“Kırmızı olan, lütfen.” diyerek raftaki kumaşı işaret ettim, maviyi, pembeyi ve gül rengini görmezden gelerek. “Dokunun lütfen bayan, ne kadar yumuşak olduğuna bakın.” dedi satışı yapan bayan. Ve kumaşı pencereye doğru götürdü, böylece kiraz kırmızısı yünü görünce büyülendim.
Sıska ve ürkek olan 12 yaşında bir kızdım ve bu benim hayatımda ilk defa yeni bir elbise için kumaş seçişimdi. Genellikle büyük kız kardeşim Bella’dan kalanları veya terzilerde satılan annemin aldığı elbiseleri giyerdim. Çok heyecanlanmıştım. Alışverişimiz şehrin en gözde dükkanında yapılmıştı ve yeni nişanlanan ablam için elbise diken aynı terzi benim ölçülerimi almak için bana randevu vermişti. Bella bir moda dergisinden benim için uygun olan stili bulmamda yardımcı oldu. Zayıf vücudumu güzel göstersin diye düz etekli ve üst tarafı bluz olan bir kıyafet seçtik. Elbisenin 3 kere provası yapıldı ve sonunda evimize gönderildi.
Arkadaşımın doğum gününe gitmeden önce annemlerin odasındaki büyük boy aynasının karşısında elbiseme hayran bir şekilde kendime baktım. Zamanla elbise bana küçük gelmeye başladı ama savaş zamanındaki korku, elbiseleri hemen gözden çıkarmadan iki kez düşünmemizi gerektiriyordu. Bunun yerine annemin tersizi aynı kıyafetten bana bir ceket dikti. Ceket çok güzel kesilmişti, tümüyle çizgiliydi ve gevşek bir şekilde üstüme oluyordu. Elbise halini beğendiğim kadar ceket halini de beğenmiştim. Ve o kırmızı ceketin ta kendisi bizi büyükbaş hayvan trenlerinden birine zorla bindirirlerken son kez üzerimdeydi. Gittiğimiz yer ise belirsizdi…
Eve dönüş
Bazen geceleri uyku tutmadığında beynimdeki kamera çok uzun zaman önceki görüntüleri tekrar gösterir. Sıralarda oturan sınıf arkadaşlarımı görüyorum, öğretmen de kürsüde. Magistracka 14 numaralı apartmanımızdaki komşularımızı görüyorum, apartmanın içindeki koyu duvar kağıtlı en çok ziyaret ettiğim kalabalık eşyalı yeri görüyorum.
Uzun, oval, üzerinde ödevlerimi yaptığım yemek masasını, dedemin benim ve ablam için tasarladığı krema ve altın renkli ikiz yatakları, annemlerin odasındaki kocaman eşyaları ve annemin yatağının etrafında duran tığ ile örülmüş yatak örtüsünü hatırlıyorum.
Gariptir ki hiçbir zaman kendimi savaş başlamadan önce kaldığımız apartmanımızın ikinci katına gelirken görmüyorum. Onun yerine, kendimi kıvırcık kahverengi saçlı bir genç olarak, bir odanın kapısını açarken, getto zamanındaki evimize girerken görüyorum. Krem ve altın rengi ikiz yatakları, şimdi annemlerin olan ve benim üzerinde uyuduğum kanepeyi görüyorum. Bez parçasından çıkma bir halının üzerinde bir sehpa dururdu, perdesiz pencereler siyah gölgelerle kaplıydı ve ölen erkek kardeşimin portresi pencerelerin arasındaki duvarda asılı dururdu.
Annem ısıtması olmayan odada büyük bir kazak giyerdi. İlkel sobanın yanında ayakta durur, kuru bitki ve ekmek parçalarını yenilemez bulamacı yenilebilir hale getirmek için tencereye katardı. Yanındaki raflarda birkaç tabak çanak dururdu. Yemek çok nadir bulunduğu için pek fazla kullanılmazlardı da zaten. Babam ofisinden gelirdi. O kadar çok kilo vermişti ki kışlık mantosu bedeninde çok gevşek dururdu. Sessizce ılık çorbamızı paylaşmak için otururduk. Halâ temiz ve bizim olan bir odada beraber olduğumuz için şükrederdik.
Sonra pencereden dışarıdaki sessiz avluyu izlerdim. 1943 Kasım’ının soğuk, yorucu bir iş günü sonrası terkedilmiş olan avluyu. “Kurtulabilecek mıyız?” diye sorardım babama. Yanıma gelirdi, ellerini omzuma koyardı ve “Ümit etmelisin, hiçbir zaman ümidini kaybetme.” derdi. Aylar sonra, sevginin kayıp sığınağı ve barınağı olan zavallı getto odası bir hatıra oldu. Benim için eve dönüş yoktu… Kapıları da hiçbir zaman açamayacaktım!
Tilki avı
Tilki avı sezonu başlamıştı. Ama avcılar bu kez dört nala koşan iyi eğitilmiş atların üzerinde değil, askeri kamyonlarla geldi. Terzilerin yaptığı kırmızı ceketeri veya siyah hırkaları yoktu, askeri üniformaları vardı. Bacaklarında deri pantalonlar ve ayaklarında deri botlar yoktu, kocaman ağır botları vardı.
Av köpekleri otlaklarda özgürce koşturamadı, heyecanla havlamadı. Bu köpekler büyük German Shepherd cinsi köpeklerdi ve tasmalarından sıkıca tutuluyorlardı, burunları yerde tilkilerin izlerini arıyorlardı. Sığınıkları eski okul departmanının üst katındaki boş bir odaydı. İnsanlar perdesiz pencerelerden görünmemek için yerde sürünerek dolaşıyorlardı.
Dul kadın kapıyı gözetlerken, genç kızı da üzerinde örtüyle uyuyordu. Bir çift güzel bacak örtünün altından görünüyordu. Onun yanındaki ofis müdürü 3 yaşındaki kızına sarılıyordu. Genç karısı daha ufacık erkek bebeklerini ağlamaması için beşikteymiş gibi sallıyordu. Evli bir çift, artık genç olmayan öğretmenler ve adamın gri saçlı kız kardeşi bir erkek çocuğunu çevrelemişti. Onu gelecek zarardan korumak için her an kollarını üzerine götürmek için bekliyorlardı. Çocuğun güzel yeşil gözleri etrafındaki yetişkinlere sessizce “Neden?” diye soruyordu.
Orta yaşlı yönetici, karısı ve 18 yaşındaki kızları da köşede, yöneticinin sırası arkasındaydı. Terli alınlarla ve nemli avuçlarla kalpleri hızla çarparak bu tilkiler dua etmeye başladı, “Belki bizi bulamazlar, belki.” Fakat askerler ve köpekleri bahçede sessizce duran Madonna plasterini geçip üst kata koştular. Kapılar sonuna kadar açıldı. Avcılar avlarını bulmuşlardı.
Auschwitz’te seçim
“Aşağı inin ve valizlerinizi bırakın. İkili paralel sıralar oluşturun, erkekler bir sıraya, kadın ve çocuklar da diğer sıraya.” diye bağırdı mavi-gri üniformalı adam.

Babamı gözden kaybettim, daha sonra büyükbaş hayvan treninin yanındaki uzun sırada gördüm. Böylece Lodz gettosundan yüzlerce aileyi de hatırladım. Hepsi o sıradaydı. Sıralı insanların arasından ani hareketlerle ilerledim, içinde temiz çamaşır olan ufak çantasını ona verdim ve annemle birlikte olduğum sıraya geri döndüm.
Arkadaşım Gina ve annesi de bizim hemen arkamızdaydı. Babam ailelerin ayrılabileceğini bana söylemişti, ben de Gina’ya “Yer değiştirelim, böylece aile olduğumuzu anlamazlar.” dedim. Gina, annemin yanına geldi. Ben de Bayan Olsher’in arkasına geçtim. 50li yaşlardaydı. Gri-beyaz karışımı topuz saçları vardı. Kadınların olduğu sıra üç adet uzunca masanın olduğu yöne doğru hareket etmeye başladı. Üç masada da SS subayları oturuyordu. Üzerime garip bir sakinlik çöktü. Sanki iki kişiymişim gibi, birisi ileri gidiyor, diğeri de yanda durup itaat ediyor.
Subaylar işaret parmaklarıyla çocuğu olan kadınları ve yaşlıları sağ tarafa yönlendiriyordu. Kendimi sol taraftaki subayın yanında kırmızı ceketimle dururken gördüm. Dudakları gülüyordu ama gözleri buz gibiydi. Yanımda duran gümüş saçlı kadına baktı ve “Bu senin annen mi?” diye sordu. Ben de “Hayır.” diye cevap verdim. Kadına sağ tarafa git diye işaret etti. “Kaç yaşındasın?” diye sordu. “18 yaşındayım.” diye gerçekte doğru olan cevabı verdim ve beni soldaki sıraya doğru yönlendirdi. Oradaki bütün karışıklık ve kaosun içinde anladığım ilk şey bu oldu. Gettodaki eski deneyimlerimden biliyordum, çocukların Almanlar’a bir faydası yoktu ve ben artık çalışabilecek kadar büyüktüm!
Sol taraftaki sıraya alınan annem ve Gina’nın arkasından kumlu ve çakıllı yolun üzerinde yürüdüm. Alman’ın “Bu senin annen mi?” diye sorduğunu duydum. Bizi anne ve kız olarak varsayabilirdi ve biz de sağ taraftaki sıraya geçebilirdik. Ve ben 17 Ağustos 1944’te, gümüş saçlı kadının arkasından Auschwitz’deki gaz odalarına girebilirdim.
Auschwitz’deki Ave Maria
Kadınlar kampının SS Komutanı Irma Grese yanında birçok kadın askerle 20 numaralı barakaya girdi. “İçinizden birinin şarkıcı olduğunu duydum, öne çıksın.” diye emir verdi. Mahkumların arasından kısa boylu 20 yaşlarında bir kız öne çıktı. “Ben oyum, Frau Kommandoführer. Opera için eğitim alıyordum. Sizin de izninizle “Ave Maria” yı söyleyebilirim.”
Ayakları çıplak, paçavra elbiseli, kafası sıfır traşlı kız, barakanın ortasındaki tuğla fırının üzerine çıktı. Adı Esther Kaner idi. “Ave Maria, Ave Maria, Ora Pro Nobis.” güçlü sesiyle şarkıya başladı. Gözyaşları, Esther’in solgun yanaklarından yuvarlak pırlantalar gibi aşağı akmaya başladı. Narin, üzerine tam oturmuş askeri etek ve bluzuyle sarışın komutan elinde uzun kırbacıyla sessizce şarkıyı dinliyordu. Güneşin ışınları öldürücü Lorelai’ın altın sarı saçlarında parlıyordu. Her gün Yahudi kadınları ölüme götüren o kadın, şaşırtıcı bir şekilde yumuşak sesiyle “Neden ağlıyorsun?” diye sordu.
Cehennemden çıkış
İnce vücutlarımız ve tıraşlı saçlarımızla kadından çok erkeğe benziyorduk. Bizi Auschwitz’den artçı kamplara götüren büyükbaş hayvan treninin içi çok sıcaktı. Çok terliyorduk ve susuyorduk, açlığı tamamen unutmuş uyuşuk bir biçimde oturuyorduk. Yırtık pırtık elbiselerimiz belimize iniyordu.
Büyükbaş hayvan trenleri uzun sıralar halinde Almanya’da köle işçi olarak çalışan genç kadınları taşıyordu. Ben mucizevi bir şekilde annesinden ayrılmamış 3 kızdan biriydim. Hemen hemen bütün kız kardeşler, anneler ve kız çocukları ayrılmıştı ve onlara hep birbirlerinden uzak durmaları ve görüşmemeleri söylenmişti.
Yorulmuştuk, sıkışık bir biçimde gecenin bir saatinde büyükbaş hayvan treninin içinde ilerlerken yere uzandık. Kadınların treni durdu ve SS subayları “Rauss!” (Dışarı!) diye bağırdı.
Gözlerimiz Ağustos güneşiyle yanarak aşağı indik. Temiz deponun girişinin üstünde duran yazıda “Bad Kudova” yazılıydı. “Burası çok tatlı, iyi bilinen Spa’lardan biri ve ben buraya hep gelmek istemiştim fakat çok pahalıydı. Ne tesadüf.” dedi annem sessizce. Solgun yüzünde küçük bir gülücük belirdi.
Savaş zamanı Almanya
Büyük uçak fabrikası Spa’nın biraz ilerisinde, Çek sınırında, Doğu Almanya’da bir vadinin içinde saklıydı. 2000 erkek ve kadın Naziler tarafından işgal edilmiş Avrupa bölgelerinden buraya günde vardiyalarla 20 saat çalıştırılmak üzere getiriliyordu. Sivil Fransız, Hollandalı, Belçikalı, Çek erkek ve kadınlar ve yüzlerce savaş esiri vardı.
Rus askerler, üzerlerindeki yırtık palto ve delik deşik üniformalarıyla elektrikli tellerin ardında toplama kampının yakınındaki bir kampta tutuluyordu. Ben o kampta Lodz gettosundan 499 kişiyle birlikte çalışıyordum. Nazi ideolojisine göre Ruslar ve Slovaklar bizden küçük görülüyordu ama kaldıkları yer bizden biraz daha güzeldi.
İkinci büyük savaş esirleri grubu İtalyalı anti-faşist askerlerdi. Bu askerler General Bagdolio’nun emrinde savaşmıştı. Üniformaları temizdi fakat gariptir ki hepsi farklıydı, bu da onların uzun zamandır burada olduğunu gösteriyordu. “Ah bu İtalyanlar!” diyerek, gülümseyerek bizim makinelerimizin yanından geçtiler. Bize yavaş çalışmamız için el işareti yapıyorlardı. Büyük deponun içinde güzel sesleri yankılanıyordu. Bana tanıdık gelen İtalyan popüler şarkılarını ve operalardan değişik parçaları işte orada duydum.
Saçlarım tıraşlıydı. Çıplak vücudumu bana Auschwitz’de aldığım soğuk duşun ardından attıkları yeşil elbise örtüyordu. Uzunluğu bana uygun değildi, başında çalıştığım makinenin önünde eğilirken üstü hep açılıyordu. Yanımdaki uzun masada kızlar uçak tekerleklerini parlatıp dolduruyordu. Başlarındaki adam Silesia’dan olan etnik bir Almandı. Asistanı ise İtalyan savaş esirlerinden biriydi. 20’li yaşların sonlarındaydı. Her gün kolsuz t-shirt giyerdi. Benim olduğum tarafa sürekli baktığını fark ettim. Büyük ihtimalle ince fakat hala kavisli figürüme bakıyordu.
Birkaç gün sonra dikkat çekmeden yürüdü ve makineye güvenlik mandalı taktı. Boyun hizasını göstererek işaret etti. Adamın duyarlılığı beni çok etkilemişti. SS subayları tarafından görülüp cezalandırılmamız umrumuzda değildi fakat buna rağmen benim cezam çok daha kötü oldu. Günlük yemek payımız olan bir parça ekmek, genellikle verilen kurumuş şalgam çorbasına ilave olarak yeniliyordu. İtalyanlar berbat çorbanın kokusunu almış olacaklar ki bizim çok aç olduğumuzu fark ettiler. Bunun ardından zaten yetersiz olan yemek paylarını bizimle paylaşmaya başladılar. Bazıları, ufak ekmek parçalarını Yahudi kızların sabırsız ellerine uzatırken, bazıları da SS subaylarının dikkatini dağıtmak için onlarla flört ediyordu. “Benim kendi firmam vardı!” dedi karşımdaki koridorda duran İtalyan sessizce. Kendini göstererek “Paolo Mongelli, Roma.” dedi. Dudaklarım şekle girdi, “Lusia Karo, Lodz, Polonya.” dedim. “Lucia.” diye tekrar etti ve gülümsedi.
Tıraşlı saçlarımı gösterdim, eskiden saatimin olduğu solgun yeri de ve fısıldadım “Auschwitz.”. Gözlerindeki bakış anlayışla doldu ve kalbim de bir anda sempatiyle kendini avuttu.
Bir gün çok hareket ederken çok zorlandığımı gördü ve gözleriyle “Sorun ne?” diye sordu. Çok acıyan boğazımı gösterdim. İnce elbisem ve delik ayakkabılarım bu geç sonbahar havasında beni çok az koruyordu. Boğazım şişti ve ateşim vardı fakat her şeye rağmen çalışmak zorundaydık. Paolo tuvaletlere doğru baktı ve saygılı bir şekilde git diye işaret etti. Dikkatle dururken en yakınımdaki SS kadınından tuvalete gitmek için izin istedim. Köşedeki küçük girişten, Paolo sıcak kahve ve süt duran bir kap aldı. Hızlıca içmeye başladım ve hemen iyi hissetmiştim ve çalışmaya devam edebildim. Paolo bana sürekli bir parça spagetti veriyordu.
Bir keresinde gece vardiyasından sonra o ve arkadaşları bizim sıramız ilerlerken dışarıda bekliyorlardı. Hemen elindeki ekmek parçasını vermek için bana uzanmaya çalıştı fakat ben onu alamadan önce başkı bir kadın aldı, kimin için olduğunu bilmesine rağmen. Ekmeği almak için sessiz ve kızgın bir mücadele vardı, ekmeği dörde böldüm ve sıradakilerle paylaştım. Sıranın önündeki SS kadınları konuşmakla meşgul oldukları için şanslıydım.
Paolo benim tarafıma çok bakardı, gözlerini yuvarlayıp “Bella, bella.” derdi. Kötü göründüğümün farkındaydım fakat bu durumdayken bana güzel denmesi hoştu. Kalbini tuttu ve “Amore, amore.” dedi. Bu hareketini baya komik bulmuştum, aynı zamanda çok da dokunaklıydı.
Daha sonra uzun yakışıklı İtalyan bir elektrikçi olan Gaetano benim makinemin yanına geldi. Onunla sadece bakışabiliyorduk çünkü SS’ler çok dikkatli bakıyordu. Paolo da üzüntüyle bakıyordu. Gaetano bana bir mektubu ulaştırdığında, kampta İtalyanca bilen tek kişiye koştum ve ona tercüme etmesi için yalvardım. Korkmuştu ve isteksizdi fakat ikna çabalarım sonuç verdi. Yazdığı birkaç satırı ezberledim.
“Cara Lucia, aşktan bahsedemiyorum, sen aşık olunabilecek bir insan olmadığından değil fakat zaman aşktan konuşulacak bir zaman değil. Ümidini kaybetme çünkü savaş yakında sona erecek. Belki savaştan sonra tekrar görüşür ve o zaman aşktan konuşabiliriz. Cesaret, amica. Gaetano.”
Büyük üzüntümle beraber başka bir kampa transfer edildim. Kamptaki destek grubumuz yok oldu ve arkadaş canlısı İtalyan ve Çekleri çok özledim. Her şeyden öte iki arkadaşım Paolo ve Gaetano’yu çok özledim ve onları hiç unutmadım. Umarım sevdikleri İtalya’ya güvenli bir şekilde dönmüşlerdir.
Tanrılar için yemek
Sırtımda ağır makinenin parçalarını taşımak için eğilmiştim. Siyah şeker pancarlarının içinde durma cesareti gösterdim. Orada öylece fabrikanın bahçesinin ortasında, müdürün odasının pencerelerinin hemen altında duruyorlardı. Ustabaşına veya herhangi bir SS subayına görünmeden hem de iki defa nasıl birkaç tanesi almıştım? Yakalansaydım, dövülebilirdim hatta daha da kötüsü olabilirdi, bana ne yapacakları gardiyanların o anki ruhsal durumuna bağlıydı.
Almanlardan yemek çalmak, kampın kendine öz deyimi ile “düzenlemek”, yanlış olarak algılanmıyordu, sadece hayatta kalmak demekti. Asıl hırsızlar onlardı, değerimizi, emeğimizi, servetimizi, kendi hayatlarımızı çalmışlardı ve bunun yanında “açlık” korkudan üstün geliyordu. Etrafıma çabukça baktım, hiç kimse yoktu, iki büyük pancar kaptım, birisini cebime koydum ve öbürünü de bol pantolonumun içine sakladım. Pantolonun ayak bileği kısmı iple sıkılı olduğu için düşmedi. Daha sonra yükümü sırtladım ve yavaşça yürümeye devam ettim, tuhaf yürüyüşümden kimsenin şüphelenmemesi için dua ederek. Depo hangarına doğru giderken yolda bir kül öbeği vardı. 2 Yahudi köle işçi başındaydı, ikiz olan Sonya ve Eva, el arabasıyla fırından çıkan külleri bir araya topluyorlardı. Ustabaşlarının patateslerini bu kızgın küllerin içinde pişirdiklerini biliyordum. Çok acımasız bir adamdı, aç kızların önünde yemek yemekten çekinmediği gibi, tahta bacağıyla çoğu zaman onları döverdi. Eva bu adamdan korkuyordu ama Sonya daha güçlü ve cesaretliydi.
Pancarları Sonya’ya uzattım. “Pişir bunları, biri sen ve Eva için, diğeri de benim için.” dedim ve yoluma devam ettim. 20 günlük çalışma saatinin bitmesinden biraz önce SS’ten tuvalete gitmek için izin aldım böylece Sonya’dan pişmiş ve soğumuş pancarları alabilecektim. Tekrar pantolonumun aynı yerine koydum ve yakınlardaki toplama kampına kadın mahkumlarla birlikte giderken bu pancarı SS subaylarının gözünden kaçırmayı başardım. Kampta çalışan annem beni barakalarda bekliyordu. Pancarı çıkardığımı görünce gözleri korkuyla açıldı ve cesaretim karşısında düşünmeye başladı. Aldığım riskin farkındaydı. Sahip olduğumuz tek kaptan grileşmiş sulu bulamacı yerken, bu “düzenlediğimiz” şeker pancarını da paylaştık. Her lokmasının tadına vardık. Ambrosia, Tanrılar’ın yemeği, daha lezzetli olamazdı.
Yatak odasının penceresi
Ambarlarda uyuyan 500 Yahudi kadından oluşan köle işçiler Doğu Almanya’nın karla kaplı yollarında uygun adım ilerliyorlardı. Üçüncü gün çatısı olmayan kargo trenlerinin bulduğu bir kasabaya ulaştık. Bulunan toplama kampları ve köle işçi kamplarından alınan birçok değişik ülkeden olan erkek mahkumlar günlerdir aç ve susuz rayların üstündeydi.
Almanya’nın değişik bölümlerine transfer ediliyorduk, bize özgürlüğümüzü verecek Rus ordusundan uzağa. Biz kızlar son üç arabayı doldurduk. Çok zor durumda görünüyorlardı, sadece birkaçının ayağa kalkmaya gücü vardı. Yaşayanlar, ölü insanların cesetleri üzerinde oturuyordu çünkü SS subayları sivillerin onları görmesini istemiyordu. Mahkumlardan sorumlu olan adam Alman bir çingeneydi, adamları acımasızca dövüyordu. Lanet fakat yakışıklı yüzü, kötülük ve zevkle buruşuyordu.
Molalardan birinde tren bir taşra kasabasının önünde durdu. Yan tarafta isle eski binalar vardı. Önümdeki perdeler açıktı böylece odanın bir bölümünü rahatça görebiliyordum. Üzerinde kar beyazı kuştüyü örtüler ve yastıklar olan geniş bir yatak ve köşede de bir dolap vardı. Mobilyalar hafif ahşaptan yapılıydı, biraz eski modaydı ama hoştu. Benden pek genç olmayan bir kız dolabı açtı. Dolaptan bir ceketi çıkarıp üzerine giydiği anda sarı saçlı, küçük burunlu küçük bir yüz gördüm. Ardından kız görebildiğim kısımdan çıktı. Acı ve özlem bütün benliğimi sardı. “Evim” diyebildiğim bir yere, temiz bir yatağa, benden alınan her şeye nasıl da hasrettim ve eğer varsa başka bir hayata. Yatak odasını gördüğüm kasabanın adını hatırlamıyorum fakat aklımdaki görüntü, o gördüğüm sahne aklımdan hiç çıkmadı.
Gri sessizlik
Çıplak elleriyle patates eken kadınların sırtına ufak yağmur damlaları düşüyordu. İnce vücutlarında üzerinde kırmızı çizgi olan yırtık pırtık elbiseler vardı. Kapıya yaklaşmaya başladıklarında, ağızdan ağza bir fısıltı yayılmaya başladı. “Üst araması var, her şeyi kontrol ediyorlar.” Mahkumların arasında bir panik havası oluştu. Patatesler kadın gardiyanların gözü önünde yolun öbür tarafına atılmaya başlandı. Kadın gardiyanlar düzeni sağlamaya çalıştı ve kibir dolu yüzlerinde korku belirdi. Kapıdan birer birer içeri girmeye başladık. Uzun bir SS subayı gardiyanların odasından dışarı çıktı. Birinden diğerine herkesin üstünü detaylı bir şekilde aradı ve büyük elleri bir şişkinlik fark ettiği anda kadınların tıraşlı kafalarına ve omuzlarına bir yük biniyordu. Bir anda gri sessizlikte bir gürültü kopuyordu. Son mahkumu da aradıktan sonra SS kadınına sırayı kampa götürmesini işaret etti. Artık sadece tahtadan takunyalarımızın sesi duyuluyordu.
Doğum günü patatesi
Bergen-Belsen toplama kampında gri ve soğuk bir gündü. Yerler hala buzla kaplıydı, kadın mahkumların mezar kazması için zemin çok sertti. Binlerce iskelete dönüşmüş vücut, barakalar arasında üstü üste dizilmişti. Sıska kızlardan oluşan ufak gruplar, elektrikli tellerin arasında buldukları bir geçitten çıkıyorlardı. “Yakınlarda bir patates tarlası var. SS’ler gittiler fakat Macar-Nazi askerleri orada yiyor.” dedi boşluktan gelen kızlardan biri. Elbise çuvalımı almak için barakaya geri döndüm. Ölen annemin uzun kayışlı çantasını başımın üzerinden geçirdim ve elektrikli tellerin olduğu çite gittim. Tifo ve açlıktan zayıf düşmüş bir halde bacaklarımı zor kaldırıyordum. Sabırsız ve korkmuş bir halde kızlar beni arkamdan ittiler. Çıta gibi olan bacaklarımın üzerine önümdekileri izleyebilmek için yükleniyordum. Bazı Macaristan yardımcı gardiyanlarından ateş açanlar oldu ama kimse pek dikkat etmedi. “Açlıktan ölmek yerine bir kurşunla ölsem ne olur?” diye düşündüm ve çantaları doldurmaya devam ettim. Olağanüstü bir çabayla, her adımı zorla atarak, hayat kurtaran bir hazineyi sırtladım ve geri döndüm. İki sağlıklı, kuvvetli Ukraynalı kız girişin iki tarafında kendilerine bir kurban arıyorlardı. Beni geri dönmek için çabalarken gördüklerinde yanıma geldiler ve aniden saldırdılar, çantamı da aldılar ve beni yere düşürdükten sonra kaçtılar. Karnımda bir ağrı hissettim, vücudum boynumda asılı duran çantanın üzerindeydi. O çantada sadece 8 tane patates vardı. Ateş yakmak için hiç gücüm kalmamıştı. Ben de 2 çiğ patatesi ödeme olarak vererek diğer 6 patatesi kızarttırdım. Onları stokladım ve günde bir tane yedim. 6 gün sonra hiçbir şey kalmamıştı ve ben gene açlıktan ölmek üzereydim.
Şanslı olanlar ateşin başında ellerindekileri pişiyordu. Barakada köşeyi paylaştığım iki kız, Rose ve Hannah, 2 tuğlanın üzerinde ateş yakıyordu. Birkaç patatesi soyuyor daha sonra bir kap suya koyuyorlardı. Birkaç adım ötelerine oturdum, gözlerimdeki açlık okunmasın diye sırtımı onlara doğru çevirdim.
Birden bire yerde bir şey dikkatimi çekti. Büyük bir patatesti bu, yarısı çürümüştü. Kötü kısmını kestim ve dikkatlice soydum. Rose ve Hannah’a yaklaşarak benim patatesimi de onlarınki ile pişirirler mi diye sordum, kabul ettiler. Şimdi yemekte ufak bir payım vardı ve kendimi ateşin yanına yaklaşmakta özgür hissettim. Pişen patateslerin kokusunu içime çektim. Patatesler hazır olunca, Rose benim payımı bir kaba koydu ve üzerine sıcak sıvıdan bir kaşık ilave etti. Göz yaşlarım tuzlu suyla karışırken bütün lokmaların tadını çıkararak yavaşça yedim. Tarih 12 Nisan 1945’ti, benim 19. yaş günüm. Çok uzun bir zaman önceydi. Benim doğum günüm dündü…
Savaş sonrası
1945 yılının Temmuz ayıydı. Bergen-Belsen Yerleri Değiştirilmiş İnsanların Kampı artık İngilizler’in idi. Binlerce toplama kampından kurtulan insan, köle işçiler ve Nazi Almanyası’nın diğer kurbanları kendilerini parasız, evraksız, diplomasız ve evsiz bir halde buldular.
Ben kalabalığın içindekilerden sadece biriydim, yalnız başına genç bir kız, kabus dolu bir deneyimin ardından henüz yeni yeni kurtuluyordum. Hayatımda bundan sonra ne yapmalıydım? Nereye gitmeliydim? Soyumun ülkesi Polonya’ya dönmeyeceğimi biliyordum, çünkü beni istemiyordu. Ayrıca, orada hiç kimsem yoktu ve Komünist sistemi de sevmiyordum. Filistin yakındaydı. İnsanlarımın tarihini ve dilini biliyordum. Orada yaşamak ve Yahudiler’in anavatanlarını yeniden kurmasına bir katkım olsun istiyordum fakat bunun altından kalkacağımdan şüpheliydim.
Kalbim ülkem ve kendi insanlarım için ağlıyordu. İçeri girmek için hiçbir yasal kağıdım yoktu. Çok güçsüzdüm ve açlıktan zayıf düşmüştüm. Onun için Avusturya’daki Brenner Geçidi’nden İtalya’ya ardından da gemiyle Akdeniz üzerinden Haifa kıyılarına gidemedim. Yıpranmış gemilerle Filistine gelen Yahudiler’i, İngiliz Donanması durduruyordu ve yolcular Kıbrıs’taki alıkoyma kampına götürüyordu. Annemin son sözleri hafızamda yankılandı. “Gençsin, ben ölüyorum, sen yaşa! Leo Amca’na git.” Minnesota’daki (Amerika Birleşik Devletleri) Saint Paul’da yaşayan akrabalarımla iletişim kurdum. Leo Amca bana bütün gerekli evrakları postayla yolladı. 8 Nisan 1948’de Amerika Birleşik Devletleri’ne geldim.
Bir trende karşılaşma
1946’nın sonbahar ayının sonlarına doğru Constance Gölü yakınlarındaki Almanya işgalinden kurtulmuş bir Fransız bölgesine gittim. Bölgeler arası seyahat için bir izin kağıdı olması gerekliydi ve bende bu kağıt yoktu fakat öğlen gelen yerel tren her kasabada duruyordu ve denetim de yoktu. Güzel bölgede birkaç gün geçirdikten sonra aynı trene binip geri döndüm. Sınırdan önceki son durakta, biletçi izin kağıtlarımızı hazırlamamızı istedi. 4 kişi hemen trenden indi, 30lu yaşlarda iki Alman kadın, 20lerinde olan genç bir adam ve ben. Biz kadınlar nereye gideceğimizi bilmez bir şekilde etrafımıza bakındık. Tam o sırada genç adam, “Benimle gelin, bölgeyi tanıyorum ve sizi götürebilirim.” dedi. Hızlıca kasabanın içinden yürüdük, kapı önlerindeki yollardan başka yollara geçe geçe devam ettik. 4 kişiydik ve ikişer grup şeklinde sessizce yürüyorduk. Ben uzun boylu, temiz ve yakışıklı, hava kuvvetleri şapkası takmış genç Alman ile önde yürüyordum. Gün sıcaktı ve zaman ilerledikçe terlemeye başladık. Yürüdüğümüz uzun kilometrelerde cabasıydı. En sonunda bir Amerikan Bölgesi’ne giden bir kamyon bizim için durdu. İki kadın öne koştu ve koltuklara tırmandılar. Ben ve genç adam arka tarafa yöneldik. Sol kolum acıyordu ve o tarafımı kavrayamıyordum. Genç adam bana yardım etti ve yukarı çıktım.
Ardından dinlenmeye başladım. Bana yeni evlenen annesini ziyarete gittiğini söyledi. Evlendiği bu yeni adamdan hiç hoşlanmadığını da ekledi. Böylece artık annesinin evinde yaşamak istemediğini söylemiş. Savaş boyunca sürekli uçmuş, genellikle Kuzey Afrika’da. Ta ki savaş esiri olarak alınana dek. Birkaç ay önce serbest bırakılmış, devamlı bir işi yok ve kiraladığı odalarda kalıyormuş. Ben de Polonya’dan sürülen Yahudiler’den biri olduğumu söyledim, eski bir toplama kampı mahkumu olduğumu da ekledim. Kampları bilip bilmediğini sordum. Hayır diye cevap verdi ve Nazi Almanyası’nın rejimini eleştiren bir pilot arkadaşını öldürdüklerini ekledi. Olumsuz cevabı beni şaşırtmadı. Daha önce birçok kez duymuştum, hep küçümseme hissettim. Bu sefer sadece üzgün hissettim. Genç adamın yalnızlığını ve belirsiz geleceği hakkındaki kaygısını hissettim. İki duyguyu da ben çok iyi biliyordum.
Adını sormadım ona, benimkini de söylemedim fakat sandviçimi onunla paylaştım. Daha önce hiç gitmediğim bir şehir olan Ulm’a varana dek sessizce oturduk. Benimle tren istasyonuna kadar yürüdü. El sıkıştık ve trene binmek üzereyken cüzdanımı açtım ve cebimdeki bütün parayı ona verdim. Tren hareket edene kadar platformda bekledi ve ardından Almanya savaşından sonra büyük kargaşa içinde olan şehrine doğru parçalanmış hayatını toparlamak için yavaş adımlarla gitti. Ben de Almanya’dan çıkıp yeni hayatıma başlamak için sabırsızlanıyordum.
Yeni bir hayat
Beni okyanusun üzerinden Amerika’ya götüren ve bir kuş gibi süzülen uçağı gördüm. Bu sadece bir gündüz rüyasıydı, Almanya’yı ve acılı geçmişimi arkamda bırakmak için içimde olan bir heyecandı. Amerika’ya varışım bundan 3 yıl sonra sonunda vize alabilince oldu. Frankfurt / Main havaalanında bekledim. Ben yaşlarında iki genç bayan benimle konuştu. Sarışın olan erkek arkadaşı hakkında böbürleniyordu ve Amerika’ya kocası olacak adamın yanına gidiyordu. Koyu saçlı kız bana sırtını döndü. Yahudi olduğumu öğrenince çirkin düşüncelerini mırıldanmaya başladı. Fakat artık aldırmıyordum çünkü buradan gidiyordum!
Tanıdığım bütün erkek ve kadınların Nazi olmak zorunda bırakıldıkları veya kimsenin toplama kamplarından bile haberdar olmadığı bu ülkeden gidiyordum. Büyük toplama kamplarından veya sayısız artçı kamplardan bahsetmeme gerek bile yok. Kimse yanan sinagogları görmedi, kimse Yahudi komşuların ortadan yok oluşlarını fark etmedi. Bütün siviller sağır ve kördü!
Uçağa bindik ve benim ıstırabım başladı. Eski askeri uçak yalpaladı ve benim midem de… Hostes bana hemen kullanmak zorunda kaldığım bir torba verdi. Yardımcı pilot yeşile dönmüş yüzümü gördü ve nazik bir şekilde alnıma soğuk kompres yaptı. İlk durak Shannon, İrlanda’ydı. Mükemmel dizili masaları ve lezzetli kahvaltıyı çok sevdim fakat yanıma sadece çay alabildim. Yalnız başıma oturuyordum ve hiç kimsenin dikkati bende değildi. Her şeye rağmen iyi hissetmediğim açıkça ortadaydı. Yine de umursamadım. Birkaç saat sonra New York’a vardığımda bütün huzursuzluğumun gideceğini biliyordum.
Geri dönüş
Memleketime uzun yıllar sonra geri döndüm ve çocukluğumu geçirdiğim yollarda yürüdüm. Şimdi hatırladığımdan daha küçük ve yıpranmıştı. Doğduğum ve savaş çıkana kadar yaşadığım binanın girişinden içeri girdim. Bütün çocukluğum boyunca oynadığım bahçedeydim.
Binaları birbirinden ayıran çit artık yoktu, böylece birkaç adımda öbür bahçeye girebildim. Çocukken en sevdiğim komşum ince, orta kilolarda olan ve uzun boylu bir kocası olan Bayan Pick idi. Bizim apartmanımızın yanındaki binada oturuyorlardı ve çok dost canlısı bir aileydiler. Pick çiftinin çocuğu yoktu. Sadece iki yeğenleri vardı ve yeğenler de amca ve halalarını sık sık ziyarete gelirdi. Bay ve Bayan Pick kız kardeşimi ve beni de çok severdi. Ama Bayan Pick’in dikkati hep benim üzerimdeydi. Hiçbir zaman doğum günümde bana hediye almayı unutmazdı ve hasta olduğum zamanlarda ilaç içmem için beni tatlılıkla ikna eden, meyve suyu veren ve beni yıkayan Bayan Pick’ti. Bayan Pick’i ziyaret etmeyi çok severdim ve beni hep sıcak karşılardı. Beni hemen tertemiz mavi ve beyaz kiremitli mutfağına davet ederdi. Kafesinde duran kanarya Macius, Bayan Pick ona Polonca ve Almanca konuşurken mutlu bir şekilde ötmeye başlardı.
Bayan Pick bana genellikle o lezzetli kurabiyelerinden ikram eder ve komşular arasında ünlü olan o muhteşem yemeklerini hazırlarken beni evin içinde dolaşıp gezmem için serest bırakırdı. İlk olarak koridorun solundaki müzik odasına girerdim. Narince oyulmuş “etagere” ayaklığının üzerinde duvarda dururdu. İçinde kristal tabaklar, figürler ve vazolar olurdu. Armonika da öbür duvarda dururdu. Ziyaretlerimde bazen Bayan Pick onu çalardı ve derin, ciddi müzik bütün odalarda yankılanırdı. Bu odanın ardından yatak odası gelirdi. Ama kapısı kapalıydı.
Bir gün sessiz, içinde çift kişilik yatak olan büyük bir oda gözüme ilişti. Altın rengi yatak örtüsünün üzerinde duran güzel bir oyuncak bebek vardı. Altın rengindeki eteği ince belinden aşağı süzülüyordu. Bir keresinde gece orada uyumaya kalmıştım çünkü annemlerin evi gelen akrabalarla doluydu.
Yatak odasından büyük bir gürültü geldi. Bayan Pick orada elinde bir tanka bağlı olan garip bir hortum tutmuş duvarları temizliyordu. Şaşkınlığımı gördü ve bana o aletin bir elektrik süpürgesi olduğunu anlattı. Bu 1930’lu yıllarda Polonya’da ne garip bir durumdu! Koridorun sonunda banyo vardı ve onun sağ tarafında da benim en az sevdiğim salon-yemek odası karışımı bir oda vardı. Bir duvar balkona açılıyordu, diğer duvar da Gobelin duvar halıları vardı.
Kara, katı, meşe ağacından yapılmış mobilyalar ve duvar halıları odayı çok resmi ve karanlık gösteriyordu. Yemek odasının hemen dışında duvarda bir oyuk vardı, içinde de bir büyükbaba saati. Çok güzel şekillendirilmiş maun dikkatlice cilalandırılmıştı ve loş koridorun sonunda parlıyordu. Üzerinden altın zincirler sarkan saat, saatleri geçirip götürüyordu. Orada öylece saatin görkemli güzelliğine bakarak zaman geçirebilirdim. Merakla o parlayan yüzüne bakabilirdim. Ardından, büyükbaba saatine son bir bakış ve mutfağa doğru sokulurdum ve nazikçe hoşça kal derdim.
Daha sonra savaş geldi. Kanarya Macius ilk ölen oldu, Bay Pick de daha fazla dayanamadı ve o da öldü. Bayan Pick ise cehennem çukurunda en son kaybolan oldu. Orada öylece ayakta durmuş hatırlıyordum, başımı Pick’lerin oturduğu apartmana doğru kaldırdım. Kısa bir süre pencerelerden büyükbaba saatini gördüğümü düşündüm ve Julian Tuwin’in sevilen şiirinin kelimelerini duydum:
”Saat ilerliyor; asla asla…
Kalp de atıyor; her zaman, her zaman…”
Korku ve aşk
Korku, yeşil-gri üniformalı bir askerdir, silahı havada ateşlemeye hazır.
Aşk, benim torunumdur, açık kahverengi renkli, büyük mavi gözlü.
Korku, büyükbaş hayvan arabalarının insan kargosu olarak kullanılmasıdır, gidilecek yer; belirsiz.
Aşk, taşan suya merakla bakarken bir çocuğun elini tutmaktır.
Korku, köpeklerin havlaması ve “Raus, Schnell!” diğe bağıran seslerdir, kilitli kapılar açılırken.
Aşk, bir çocuğun bedeninin kokusudur, akşam banyosundan sonra.
Korku, elektrikli teller arasındaki yolda uygun adım ilerlemektir, bacalardan dumanlar tüterken.
Aşk, çocuk yatağındaki bir bedendir, ninniyle birlikte uykuya dalan.
Korku, uyuyanın gece attığı çığlıktır, sırılsıklam terlemiş bir halde uyanan.
Aşk, Aidan’ın yüzündeki gülümsemedir, sabah uyandığı zaman.
Korku, kalbin iyiliğe ve adalete olan ümidinin yıkılmasıdır.
Aşk ise sevecen torundur, geçmiş ve gelecek arasındaki narin bağlantı.
Yazıyı Paylaş
Okumaya Devam





